Sanki Her Şey Biraz Felaket
Adana’dan Ödüllerle Dönen Bir Kara Mizah
Filmin genelindeki alaycı, karakterlerle özdeşleşmeye imkân tanımayan, izleyeni onlara acındırmayan fakat sürekli o samimiyetsiz ve kendisinden başka görüntüye bürünen hallerini farklı bir dille verme beceresini beğendim.
Daha öncesinde çektiği “Pudrasız”, “Eksik” ve 37. İstanbul Film Festivalinde en iyi kısa film ödülünü kazanan “Sana İnanmıyorum Ama Yerçekimi Var” isimli kısa filmleri ile tanınan Umut Subaşı’nın ilk uzun metraj filmi olan “Sanki Her Şey Biraz Felaket”, Başka Sinema kapsamında sınırlı sayıda sinemada izleyicileri ile buluştu. Benim de yönetmen ve ekip katılımı ile İzmir’deki tek bağımsız sineması olan Karaca’da izlediğim yapım çok ödüllü. Türkiye prömiyerini yaptığı İstanbul Film Festivalinden mansiyon ödülü ile dönen yapım, ardından artık ses getirir bir festival olmaya başlayan Ayvalık Film Festivalinden de en iyi senaryo ödülü ile döndü. Ancak filmin asıl başarısı bu seneki Adana Altın Koza Film Festivalinden en iyi film, en iyi yönetmen, senaryo ve SİYAD ödüllerini alması ile oldu.
Senaryosu da yönetmen Umut Subaşı’nın elinden çıkan “Sanki Her Şey Biraz Felaket”, aslında kısa filmlerinden bildiğimiz Subaşı’nın Wes Anderson tarzı kara mizah ve ironik göndermeler ile yoğunlaşan bir anlatım diline sahip. Filmlerin isimleri de zaten bunun belirtileri. Aslında hikâyenin politik çizgiye ve doğruculuğa kayması beklenirken yönetmen Subaşı dört genç üzerinden gösterişsiz bir karakter yönelimine sapıyor. Dört gencin kesişen hayatları, önce trajik bir ağlama seansları ile başlayıp, birbirini tekrarlayan aslında derinliksiz içerik ve biçimiyle trajikomik bir hale bürünüyor.
Nordik Sineması Gibi Mesafeli
Zeynep (Melisa Bostancıoğlu) ve Ayşe (Melis Sevinç) aynı evi paylaşan, yirmili yaşlarda iki genç kızdır. Ancak ev ortaklığı hayatlarında başka bir ortak alan taşımaz. İkisi de oldukça yalnızdırlar. Ayşe sürekli gezinti teklifi sunmasına rağmen Zeynep’i hiç onla bir arada göremeyiz. İkisi de esasında mevcut kimliklerinden memnun değildirler. Ayşe, sürekli yıldız falı yorumları ve sosyal medya ile vaktini geçirirken; Zeynep dış görüntüsünün etkisi ile kendisini yabancı bir kişilik olarak tanıtır çevreye. Ali (İbrahim Arıcı) ve Mehmet (Mert Can Sevimli) ise başka memnuniyetsiz iki karakterdir. Ali geçim sıkıntısı yaşayan, işsiz ve istediği işlere girmek için referans parası bulmakta zorlanan biridir. Mehmet ise ona göre daha varlıklı ancak abisi Taner’in (Murat Sağlam) etkisinde olan biridir. Onlarda da genel memnuniyetsizlikler vardır. Zeynep, İngilizce konuşarak ve Afgan bir kadın kimliği ile Mehmet ile tanışır. Aralarındaki yakınlaşma, diğer Ali ve Ayşe arasında başlayan ilişki ile birlikte finalde ilginç bir buluşmaya da yol açacaktır.
Yapım aslında her türden ikili ve çoklu ilişkinin yüzeysel ve hakikat içermeyen biçimlerini yer yer mizah tonu ile anlatmaya yeltenmiş. Bunu yaparken çevre / merkez ilişkisinden soyutlayarak ve diğer tüm faktörlerden oldukça arınmış, steril bir yapı öngörmüş. Yani karakterlerin kafamızda şekillenmesi açısından biz bu dört ve bir de Mehmet’in abisi ve eşi dışında kimseyi görmüyoruz. Ne apartman sakinleri ortada ne de garsonlar ve İstanbul’un o kalabalık halleri. Bu bir bakıma oldukça mesafeli Nordik Sinemanın etkilerini ve Roy Anderson’ın anlatımlarının yansımalarını da hissettiriyor. Hatta biraz zorlasak belki de özellikle Yorgos Lantimos’un başını çektiği Yunan Yeni Dalgasından da bazı tesirleri görmek mümkün. Ben bazı sahnelerde Kıvanç Sezer’in “Küçük Şeyler” filmine benzer bir mizah ve absürd durum halinin izlerini taşıdığını da düşünüyorum. Atmosferden ziyade durum üzerinde yoğunlaşan bu anlatım, aslında karakterlerin istedikleri halden farklı görünümleri hedeflediklerini de yansıtmaya çalışıyor.
Afgan Lina karakterine girerek Türk kimliğinden uzaklaşan Zeynep, aslında Batıda bir doğulu olacağının farkında. Avrupa’ya gitse bile bu ikilemi yaşayacağını biliyor. Tüm karakterler tek başlarına kaldıklarında sürekli tekrarlanan, neşeli Ludwig van Beethoven’ın “Türk Marşı” eşliğinde samimiyetsiz bir ağlama seansına başlıyorlar. Burada yönetmen bize yani izleyenlere onlarla bir özdeşim kurma alanı bırakmıyor. Onların dertleri ile efkârlanmıyoruz. Bir yabancılaştırma denemesi ile onların bu samimiyetten arınmış, katharsis içermeyen dünyalarına girmeye çalışıyor. Öte yandan bence çok gereksiz Yeni Osmanlı vurgusu ile sembolik yönelimle bir de işin içine politik bir damar da katmaya çalışmış.
Uzun Ama Yine de Kısa Film
Yaklaşık iki hafta gibi kısa bir sürede çekilen, 80 dakika süresi bulunan filmde oyuncuların ilk uzun metrajlı filmlerinde karakter sunumları fena değil. Özellikle İzmir’de Tiyatro Peron da “İşgüzar Bir Tekerrür” oyunu ile başarılı performans sergileyen Murat Sağlam’ın üçkâğıtçı abi rolü filmin mizahına bayağı katkı sunmuş. Ancak film dört dörtlük, kusursuz ve de önemli festivallerden ödüllerin önemli kısımlarını alacak yetkinlikte mi? Bence hiç değil! Uzun süre kısa film üzerine yoğunlaşan yönetmen Umut Subaşı’nın kısa film etkisinden kurtulamadığını, yer yer amatör ve ham etkilerin izlerini de yapımın taşıdığını söyleyebilirim. Karakterler çok derinlikli değil.
Absürd hallerin, kesişim alanlarının o büyülü tesadüflerini bir yere kadar anlayabiliriz, kimi mantık hatalarından tabi ki filmin genel mantığı ve akışı itibariyle bahsetmek bile gereksiz. Ancak diyaloglara dayalı, bütünden ziyade parçalı bir anlatımı tercih eden yapımda daha derinlikli diyaloglar ve başka bir hikâye örgüsünü görmek isterdim. Filmin biraz daha politik yanına hitap eden Ayşe’nin ses kaydından dökülenler, padişah kıyafetli dilenci ya da yine Zeynep’in hiçbir katkı sunmayan ev içerisindeki mehteran görüntüleri gibi sembolik anlatımlar bence filmin genel akışına çok uygun değil. Ve kamera geçişleri, sekanslar, odaklanma gibi kısımlarda da kısa filmin belirgin etkilerini görüyoruz.
Tüm bu denilenlere rağmen filmin genelindeki alaycı, karakterlerle özdeşleşmeye imkân tanımayan, izleyeni onlara acındırmayan fakat sürekli o samimiyetsiz ve kendisinden başka görüntüye bürünen hallerini farklı bir dille verme beceresini beğendim. Son dönemlerde taşraya yönelen ve artık doğrusu bıkkınlık da yaratan birbirinin tekrarı yapımların yanında bu tarz kendisine has dile ulaşmaya çalışan; naif ama samimi, tema bakımından gerçeküstü gayretlere de ihtiyaç var. Eksikliklerine karşın bu türden genç yönelimlere alan açmalı sinemamız. Ancak yetenekli ve gayretli yönetmen Umut Subaşı’nın artık kısa film tarzından, uzun ama yine aslında kısa film havasından biraz daha sıyrılmasının gerekliliği de ortada.
Yönetmen / Senaryo / Kurgu : Umut Subaşı
Görüntü Yönetmeni : Mert Özercan
Oyuncular : Melis Sevinç, Melisa Bostancıoğlu, İbrahim Arıcı, Mertcan Sevimli
Türkiye / Komedi-Dram /