Elvis

Baz Luhrmann “Kırmızı Perde Üçlemesi”ne devam ediyor

“Elvis”

1962’de doğan, sinema, tiyatro, opera ve müzik sektöründe çok geniş bir yelpazede eser veren Avustralyalı, yazar, yönetmen, yapımcı Mark AnthonyBazLuhrmann, kendine has sinema dili tüm yapımlarının yazım, yönetim, sanatsal ve müzikal tasarımlarına bire bir katılımıyla günümüzün az sayıda “auteur”ünden biri olarak kabul gören, bir sanatçıdır. Sinemaya romantik komedi “Strictly Ballroom” (1992) ve romantik tragedyaları “William Shakespeare’s Romeo + Juliet” (1996) ve “Moulin Rouge!” (2001) filmlerinden oluşan “Kırmızı Perde Üçlemesi” ile parlak bir giriş yapmış olan Luhrmann sinema serüvenine “Australia” (2008) ve “The Great Gatsby” (2013) ile devam etmiştir.

Tamamını yazdığı ve/ veya senaryosuna katıldığı bu filmlerin ardından, yaratıcısı olduğu, bazı bölümlerini yazdığı veya yönettiği “The Get Down” (2016-2017) adlı Netflix dizisinde, 1970’lerde, New York Güney Bronx’unda, birbirinden başka dayanağı olmayan sahipsiz, yeniyetmelerin şiddet dolu yaşamı üzerinden hip-hop, punk ve diskonun doğuşunu anlatmıştır. Bütün filmlerinin müziklerinin de yapımcısı olan, sinema dışında Giacomo Puccini‘nin “La bohème” operasını pırıltılı bir sinemasal bakışla yöneten Luhrmann hâlen “Strictly Ballroom the Musical” projesi üzerinde çalışmaktadır.

2014’de Luhrmann’ın bir Elvis Presley filmi çekeceği duyurulmuş, resmi duyuruysa 2019 yılında yapılmıştı. “Elvis”in 2020 başlarında Avustralya’da başlayan çekimlerine Covid 19 yüzünden Mart – Eylül ayları arasında ara verilmiş, filmin bitirilmesi Mart 2021’e sarkmıştır. “Elvis” Türkiye’de de bütün dünya ile birlikte önümüzdeki günlerde vizyona giriyor.

Luhrmann’ın senaryosunu Sam Bromell, Craig Pearce ve Jeremy Doner ile birlikte yazdığı “Elvis”, gospel, blues ve country müziklerini harmanlayarak farklı bir Rock’n Roll yaratmış olan Amerikalı ünlü şarkıcı, müzisyen, aktör Elvis Aaron Presley’in 1935 ilâ 1977 arasındaki kısacık yaşamına, özellikle de menajeri Albay Tom Parker ile karmaşık ilişkisine odaklanır.

Yazar yönetmeni “Elvis”le, “Kırmızı Perde Üçlemesi”nin gösterişli tarzına, özellikle “Moulin Rouge!”un ustalıklı müzikal sekanslarına başarılı bir dönüş yapar. Ancak elinde “Strictly Ballroom”un naif çekiciliğini, Shakespeare’ın dehasını ya da Moulin Rouge!’un çılgın fantezisini içeren bir senaryo yoktur. Suç aslında senaryoda değil, sonuçta eldeki malzeme müziğe çılgınca tutkulu bir gencin dünyayı kasıp kavuran başarısının, giderek yatıştırıcı hap bağımlılığı ve aşırı oburlukla gelen erken ölümünün öyküsündedir.

Tabii ki Luhrmann, bu cılız hikâyeyi büyük ustalıkla sinemalaştırır. Öncelikle dümdüz anlatımdan uzak durarak, kronolojiyi bilinçli olarak kırar, öyküyü Parker’in (Tom Hanks) ağzından, zamanda ileriye ve geriye giderek aktarır. Anlatının tüm yükünü Austin Butler’in (Elvis) üzerine yığarak, gerçek Elvis’e ait az sayıda arşiv görüntüsüne ancak finale doğru yer verir. Dönemin siyasi ve toplumsal boyutunu da filmin arka planına alarak, toplumun ırkçı ve ayırımcı tutumunu, Amerika’daki zenci düşmanlığının yönetim ve senatoya yansımasını başarıyla duyumsatır. Baba hapse düşünce ailenin neredeyse tüm komşularının siyahi olduğu Memphis’e taşınmasını, 12-13 yaşlarındaki genç Elvis’in müzikle ilk haşır neşir oluşunun zenci müziği üzerinden geliştiğini ve Elvis’in bu yaşlarının, her türlü ötekileştirmeye karşı kişiliğini oluşturmuş olduğunu çok etkileyici bir sinema diliyle aktarır.

Çocuk Elvis’in blues eşliğinde müthiş erotik bir dansı izlemesini, siyahilerle dolu bir kilisede, wodoo ile gospel karışımı bir ayinde transa girerek tüm bedeniyle ilahiye katılmasını ve de, Elvis sahnede söylerken kadınlı kızlı izleyicilerin benzer şekilde transa girmesini iç içe harmanlayan üç katmanlı sekansın deha eseri olduğunu düşünüyorum.

Luhrmann Elvis’in menajeri Albay Tom Parker ile ikircikli ilişkisini de bir masal gibi anlatıyor. Ancak, bu Amerikan usulü bir peri masalı değil, genç müzisyenin dehasını keşfeden, ona kol kanat gerermiş gibi görünerek yaptığı anlaşmayla kazandığı her cent’e ortak olan, kumar borçlarını kapamak için onu yıllar süren Las Vegas konserlerine zorlayan Parker’in bir dev, ya da kötü kalpli bir cadı gibi genç çocuğu sömürdüğü ürkünç bir Grimm masalıdır. Aynı zamanda, çıldırmış, çığırından çıkmış bir ortamda, akıl sağlığını korumaya ve sevdiği müziği yapmaya çalışan bir gencin, babasının bile dahil olabildiği bir düzende yok oluşunun trajik masalı…

Usta sinemacı Luhrmann, filminin 159 dakika boyunca sıkmadan izletebilmesini iki ana ögeye borçludur: müzikal sahneleri ve kusursuz oyuncu yönetimi.

Geniş sinemaskop ekranı kimi zaman parçalara bölerek, her parçada farklı bir anı hem zaman olarak aktaran, ya da Las Vegas sahnesinin görkemini yansıtan müzikal sekansların her biri gerçekten nefes kesicidir. Sadece görsellikleriyle değil, çok başarılı ses ve müzik kullanımıyla da her biri görsel birer şölene dönüşürler..

Oyunculuklara gelince, Austin Butler ile Tom Hanks ikilisi tek kelimeyle mükemmeldir. Ansel Elgort, Miles Teller ve Harry Styles’ın düşünülmüş olduğu Elvis’e Austin Butler müthiş bir yorum getirir. Makyajla aşırı benzemeye kaçmadan, sadece favorileri ve saç modeliyle, sadece oyunculuğu, sesi ve beden dili ile canlandırdığı karakterle eşleşmeyi başarır. Luhrmann, filmin ses bandında Elvis’in gençliğinde söylediği bütün şarkıları Butler’a söyletirken olgunluk dönemindeki şarkıları Elvis’in sesiyle dublajla verir.

Butler hem konuşurken hem de şarkı söylerken harikadır. Sağ olsaydı Elvis’i bile kıskandıracak “trouble”ı ise olağanüstüdür. Yeniyetmeliğimde ve gençliğimde müziğine bayıldığım, şarkılarının hatırına sudan ve sıradan 31 filminin çoğunu izlediğim bir Elvis hayranı olarak, Butler’ın her türlü övgüyü fazlasıyla hak ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Butler’ın karşısında aşırı kilolarıyla neredeyse tanınmaz hâle getirilmiş Tom Hanks da, içten pazarlıklı Albay Taylor olarak dört dörtlüktür. Hanks, samimi görünümü ve gülümsemesiyle genç şarkıcıyı etkisi altına alan, ciddi sorun yaşandığında aynı samimi gülümsemeyle en aşağılık şantajı yapmaktan çekinmeyen karakterine ustalıkla can verir.

İkisine de Oscar adaylığı getirmesi neredeyse kesin performansları özellikle Helen Thomson (Elvis’în annesi Gladys), Richard Roxburg (Elvis’in babası Vernon), Olivia DeJonge (Priscilla Presley) ile Kelvin Harrison Jr. (B.B. King) gibi çok başarılı bir ekip oyunculuğu tamamlar.

Sonuç olarak, çok da etkileyici olmayan bir yaşam öyküsünden yola çıksa da, çok iyi sahnelenmiş, çok iyi oynanmış usta işi bir çalışma. Sadece oyuncularına değil, yönetiminden kurgusuna, sesinden müziğine çok sayıda Oscar adaylığı alma, bazılarında da ödülü kapma olasılığı büyük. Bir başyapıt olmasa da “Elvis” zevkle, uzunluğuna karşın hiç sıkılmadan izlenebilen bir film. Kaçırmayın derim.

Yönetmen : Baz Luhrmann

Senaryo : Baz Luhrmann, Craig Pearce, Sam Bromell, Jeremy Doner

Görüntü Yönetmeni : Mandy Walker

Kurgu : Matt Villa, Jonathan Redmond

Müzik : Elliott Wheeler

Oyuncular : Austin Butler, Tom Hanks, Olivia DeJonge, Richard Roxburgh, Luke Bracey, Natasha Bassett, David Venham, Kelvin Harrison Jr., Xavier Samuel

ABD / Biyografi-Dram-Müzik / 159 Dk.

OrtaKoltuk Puanı:

1 YORUM

  1. izlediğim en iyi müzikal, şöyle ki film bittiğinde gerçek Elvis nasıldı diye unuttum ve hemen hatırlamak için videolarını açtım,oyuncu resmen Elvis olmuş,rami Malek aldıysa bu oyuncuya vermemek çok büyük bir adaletsizlik olur ama muhtemelen alamayacak çünkü ne siyahi nede gay 🙁 filme gelince filmde amerikan düzenine çok eleştirel ithamlarda bulunduğundan Oscar alması muhtemel değil,bu tabi benim düşüncem değil, ben direk verirdim, sadece juri vermez diyorum

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz