YEŞİLÇAM’IN SON YILLARI

Türk Sinemasının oluşum ve gelişimini iki döneme ayırmak mümkündür : Yeşilçam Öncesi ve Yeşilçam Sonrası. 1920’lerin başlarında Kemal Film Şirketinin kurulmasıyla başlayıp 1980’lerin ortasına kadar varlığını sürdüren ve adını o dönemin film işletmelerinin bulunduğu sokaktan alan Yeşilçam Sineması, çoğunlukla ilk dönem Amerikan Stüdyo Sinemasının silik bir kopyası gibidir ve özgün ya da bağımsız bir sinemanın rahatlıkla gelişebileceği bir ortam yarattığı söylenemez. Ömer Lûtfi Akad, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Halit Refiğ ve Yılmaz Güney gibi belirli bir vizyona sahip auteur yönetmenler bile kişisel bir sinema yapma arayışlarını sürdürürken, bu arayışlarını sürdürebilecek maddi desteği bulmak amacıyla, 1950’lerde ve 1960’larda altın dönemlerini yaşayan Yeşilçam’ın beklentilerinin çizgisinde “stüdyo/star sistemi”yle uyumlu komediler ya da melodramlar çevirmek zorunda kalmışlardır.

Burada bir parantez açarak, bağımsız sinemanın temel öğesi olan “auteur” olgusuna değinmek isterim.“Auteur”le, 1950’lerde Fransız Yeni-Dalga’sı ile ortaya atılmış olan ve Türkçede karşılığı olmayan bir kavramı, filmini yazan, yöneten, kimi zaman çeken ve kurgulayan, kamerasını adeta bir “kalem” ya da “fırça” özgünlüğü ile kullanabilen, kitle beğenilerine fazla yüz vermeyerek kişisel bir sinemayı yeğleyen, kısaca prodüksiyonun her aşamasında filmine sahip çıkan “yaratıcı yazar yönetmen” i kastediyoruz.

Kısım I

Yeşilçam’da Sonun Başlangıcı

Yeşilçam’da sonun başlangıcı, 1970’li yıllarda televizyonun yoğunlaşması ve yıllık film üretiminin iyice düşerek Türkiye genelinde pek çok sinema salonunun kapanması ile gelir.

1970’lerin ortalarına gelindiğinde, televizyonun yoğunlaşmasıyla birlikte, Türk sinemasında salonlara seyirci bulmak iyice zorlaşmaya başlar, yıllık film üretimi 50’lerin altına düşer ve Türkiye genelinde pek çok sinema salonu kapanmak zorunda kalır. Zor durumda kalan yapımcılar “erotik/seks” filmleri çekerek seyirci toplama gayretine girerler. Erotik filmlere yönelmekle Yeşilçam Sineması kendini kurtaramasa da ömrünü biraz uzatacaktır.

Bu furyanın dolaylı bir getirisi de, sinemamızda önemli bir sınırın aşılması olmuştur. Biraz zorlanarak da olsa Türk Sineması, daha sonraki dönemlerde cinselliğin yorumlamayı, hiç olmazsa görüntülemeyi, daha çağcıl ve uygar bir yaklaşımla bakmayı bu sayede öğrenmiştir..

Erotik sinemanın yarattığı yeni yapılanma, beyaz perdeye yeni ve bu türe çok daha yatkın, tümden soyunan ve sevişen kadın oyuncular getirdiği gibi, daha önce sinemaya geçen, çok sayıda başrol oynamış olan, genç kız rollerinde ünlenmiş, ya da Yeşilçam tarzı macera filmlerinde isim yapmış, genelde belirli bir ölçü içinde soyunan kadın oyuncuları da kullanmış, bir bakıma onlara “yeni ufuklar” açmıştır. Seks furyası, ünlenmek için bir fırsat, daha çok film çevirme, daha sık başrol oynamak ve böylece gündeme gelmek, şöhreti yakalamak için bir avantaj olmaya başlamıştır.

Tür olarak erotik sinema her şeyden önce, en azından yapımcıların maliyetlerini düşük tutmak açısından profesyonellere muhtaç olduğundan, az sayıda ismin dışında yeni kadrolar oluşturmamıştır. Furya bir iki çabuk sönen ya da normale dönen isim yaratmışsa bile en çok, kullanılanlar, ister başrol, ister yardımcı rol oynasın, ister sinema ister tiyatro kökenli olsun bilindik oyuncular olmuştur.

Seks furyası döneminde ve sonrasında bu filmlerde rol alan kadın ve erkek oyuncularla bu filmlerin yönetmenlerine pek de iyi gözle bakılmadı. Sonraki yıllarda ise furyaya katılanlar o günleri unutmayı yeğlediler. Bu isimlerin bir kısmı evlenip isim değiştirerek, bir kısmı da başka şehirlere, ülkelere yerleşerek izlerini kaybettirdiler. Evli ve çoluk-çocuk sahibi olanlar artık o dönemleri hatırlamak istemiyorlar ve konuşmaktan kaçınıyorlar. Aralarında yaşamı trajik şekilde sonlananlar da olmuş: Dönemin ünlü “seks yıldızlarından” Feri Cansel sevgilisi tarafından öldürülmüş, Mine Mutlu 42 yaşında kansere yenik düşmüş, Seher Şeniz ise intihar etmiştir. Bodrum’da yaşayan, yat yarışlarına katılan, şarkılarında güçlü sesine sağlam müzikal bir alt yapının eşlik ettiği Seyyal Taner gibi, ünlerini sahnede sürdürenler de var tabii ki…

12 Eylûl 1980 sadece siyasi ve politik alanda değil, kültürel alanda da büyük bir yozlaşma getirir ve Türk Sineması hepten yalnızlaşıp kabuğuna çekilmek zorunda kalır. Askeri darbe’nin yarattığı ortamda karamsar filmlerin sayısı artmış, biçimciliğin öne çıktığı, neden-sonuç ilişkilerinin silikleşmeye başladığı farklı bir sinema oluşmaya başlamıştır.

1980’lerin ortalarından itibaren, büyük sinema salonlarını iki veya daha fazla sayıda salona bölme uygulaması ile aynı anda birden fazla filme gereksinim duyulması, güçlü dağıtım firmalarının ağırlığının daha da artmasına sebep olur ve yerli filmler, ancak bu büyük dağıtım firmalarının portföylerinde yer alabildikleri ölçüde gösterim olanağı bulabilir ki, bu, bir sinema endüstrisi görünümündeki 60’lar Yeşilçam’ının resmen tarihe karışması demektir.

Bu dönemde bir avuç yönetmen kendi çabalarıyla ayakta kalmaya çalışmaktadır. Furya peşinde koşan sinemanın yerini, bu dönemde içerik sineması almaya başlamışsa, yarattığı simge kadınlarla, düşsel-fantastik sinema deneyleriyle Atıf Yılmaz’ın bu oluşuma katkısı büyüktür. Bastırılmış kadın cinselliğini ve kadının gizli kalmış iç dünyasını işleyen filmlerin sembol oyuncusu olarak Müjde Ar, dönemin yapı taşlarındandır. Bu arada vatandaşlıktan çıkarılan Yılmaz Güney Cannes’da Yol ile Altın Palmiye’yi paylaşacak ve son filmi Duvar’ı Fransa’da çekecektir. Zülfü Livaneli ise günümüze dek filmografisinin en iyi filmleri olan Yer Demir Gök Bakır ve Sis’i yönetecek ve özellikle Sis’le ülkenin 1980 öncesi siyasal ve toplumsal kargaşasını perdeye başarıyla yansıtacaktır.

1980’ler aynı zamanda İslamcı Sinemanın yükselişe geçtiği bir dönem olacak ve bu akımın en önemli temsilcileri Mesut Uçakan ile Yücel Çakmaklı ardı ardına film çekeceklerdir.

1985 sonrası, artık televizyonu iyice kanıksamış olan izleyicinin sinemaya geri dönmeye başladığı yıllardır. Artık eski usta olarak anılan Halit Refiğ ve Atıf Yılmaz olgunluk dönemlerinin yapıtlarını peş peşe çekerken, Erden Kıral, Sinan Çetin, Fehmi Yaşar, Başar Sabuncu, Tevfik Başer, Tunç Okan ve Şahin Kaygun’dan oluşan yeni bir sinemacı kuşağı, Türk Sinemasına yepyeni bir soluk getirmektedir. Ne yazıktır ki maddi olanaksızlıklar sebebiyle bu gençlerin bir kısmı bir ya da iki filmden sonra sinemayı bırakacak, kimi başka işlere yönelirken kimi de belirsiz bir süre için ara verecektir.

1942’de Gölcük’de doğan Erden Kıral, İstanbul D.G.S.A. Seramik Bölümü’nde eğitim görmüş, Osman Seden, Yılmaz Güney, Bilge Olgaç ve Mehmet Dinler gibi yönetmenlere asistanlık yapmıştır. Bir süre reklam filmleri çektikten sonra Fransa’ya giderek oradaki Fas’lı işçilerin yaşamlarını yansıtan bir belgesel yönetmiş, 1978’de Yaşar Kemal‘in “Teneke” adlı yapıtından yola çıkarak ilk uzun metrajlı filmi “Kanal“ı çekmiştir. 1979’da Orhan Kemal‘in aynı adlı romanından uyarladığı “Bereketli Topraklar Üzerinde” uluslararası alanda birçok etkinliğe katılmış, film 1981’de Strasbourg Film Şenliği Büyük Ödülü’nü kazanırken, Kıral da aynı yıl Antalya Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü almıştır. Kıral’ın, 1982’de Ferit Edgü‘nün “O” adlı romanından esinlenerek beyazperdeye aktardığı “Hakkari’de Bir Mevsim“, Berlin Film Şenliği’nde Gümüş Ayı, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu, Uluslararası Sanat ve Deneme Sinemaları Birliği, Interfilm ve Korsika’da yapılan II. Akdeniz Kültürleri Şenliği’nde den “En İyi Film” ödüllerini kazanmıştır.

1983’te Berlin’e yerleşen Kıral’ın, ertesi yıl Osman Şahin’in “Beyaz Öküz” adlı öyküsünden esinlenerek beyazperdeye aktardığı “Ayna“, III. Akdeniz Kültürleri Film Şenliği’nde Basın-Eleştiri Ödülü ve Portekiz’de Figueria da Foz Film Şenliği’nde büyük ödülü almıştır. 1984’te Berlin Sanat Akademisi üyeliğine seçilen Kıral, 1987’de Ömer Polat‘ın senaryosunu yazdığı “Dilan” adlı filmi sesli olarak çekmiş, Cannes Film Şenliği’ne de katılan “Dilan“dan sonra Kıral, 1988’de “Av Zamanı“nı, 1992’de “Mavi Sürgün“ü yönetmiştir. 1997’yapımı “Avcı” ve 1999 yapımı “Baba” gibi eli yüzü düzgün yapımların ardından, “Vicdan”(2008), “Yük” (2012), “Gece” (2014) en iyimser ifade ile “keşke hiç çekmemiş olsaydı” diyeceğimiz son çalışmalarıdır.

1953, Van Bahçesaray doğumlu Sinan Çetin, sinemaya 1975 yılında Zeki Ökten’in “Hanzo” filminde asistanlık yaparak başlamış daha sonra Şerif Gören ve Atıf Yılmaz ile çalışmıştır. 1977 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünden mezun olmuş, aynı yıl “Baskın” ve ardından “Halı Türküsü” adlı belgeselleri yönetmiştir. 1980 yılında ilk uzun metrajlı filmi ”Bir Günün Hikayesi” ni çekmiştir. Peş peşe “Çiçek Abbas”, “14 Numara”, “Berlin in Berlin” gibi ödüllü filmleri yanında reklam filmleri ve müzik klipleri de yönetmiştir. Sinan Çetin, düzene karşı eleştirisini dile getirdiği “Propaganda”, “Komiser Şekspir” gibi liberal filmler ile büyük bir gişe hasılatı sağlamıştır.

1954 Kahramanmaraş doğumlu Fehmi Yaşar, Türk Sinema tarihinde yerini başyapıt düzeyindeki tek bir filmle kazanmıştır. İstanbul Film Festivalinde “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” (Tunç Başaran’la beraber), Bergamo film buluşmasının yarışmalı bölümünde “Gümüş Halk Ödülü” alan, 1990 yapımı “Camdan Kalp”, tiyatrocu karısı ile ilişkileri bitmiş ve hayatından bezmiş bir senaryo yazarı ile dertlerine çözüm bulmaya çalıştığı hizmetçi Kiraz’ın ilginç öyküsünü, kusursuz bir oyuncu yönetimi, olağanüstü bir mekân duygusu ve sinemamızda ne yazık ki (son dönem korku filmleri ya da kimi Atıf Yılmaz çalışması dışında) hiç yüz verilmemiş fantastik boyutta anlatır.

Aramızdan çok erken ayrılan,1945 İstanbul doğumlu tiyatro yazarı ve yönetmeni Başar Sabuncu, sinemaya senarist olarak girmiş ve Atıf Yılmaz’ın “Adak”(1979) ile “Talihli Amele” filmlerinin senaryolarını yazmıştır. 1985’de “Çıplak Vatandaş”, ile başladığı yönetmenliğe, hepsi de 1980’lere damgasını vuracak düzeyde beş önemli filmle devam etmiştir: “Asılacak Kadın”, “Kupa Kızı” (1986), “Kaçamak” (1987), “Zengin Mutfağı” (1988) ve sinemamızın az sayıda başarılı tiyatro uyarlamasının en başında gelen, Nâzım Hikmet’in oyununun beyazperde uyarlaması “Yolcu” (1994). Bunlardan Pınar Kür’ün Romanından uyarladığı “Asılacak Kadın”, kusursuz senaryo çalışması, özgün öyküsü ve Müjde Ar ile İsmet Ay’ın olağanüstü oyunculuklarıyla hâlâ sinemamızın doruklarından biridir.

Az ama öz film yapan bir başka yönetmenimiz, 1951 Çankırı doğumlu Tevfik Başer’dir. 1973-1978 yılları arasında Londra’da yaşayan, 1978-1980 arasında Eskişehir TV Enstitüsü’nde önce fotoğraf ve grafik sanatçısı, daha sonra da kameraman olarak çalışan Başer, 1980-1987 arasında Hamburg Güzel Sanatlar Akademisi’nin Görsel İletişim Bölümü’nden mezun olmuştur. Jiri Menzel ve Nikita Mikhalkov ile yönetmenlik; Robert Mc Kee, Danny Simon ve Frank Daniel ile senaryo yazımı workshop’larına katılmış, Köln Film Akademisi’nde oyuncu ile çalışma ve yönetmenlik dersleri vermiştir.

1985 yılında çektiği ilk sinema filmi “40 metrekare Almanya” Cannes ‘86’da UNESCO Ödülünü, Locarno ‘86’da Gümüş Leoparı, Amsterdam ‘86’da Altın Sincap Ödülünü, Rotterdam ‘87’de En İyi İlk Film ödülünü kazanır. 1988’de çektiği “Yanlış Cennete Veda” filmiyle, Strasbourg ‘89’da Büyük Ödül, Salso ‘89’da Seyirci Ödülü, Köln ‘90’da Civis Ödülü alır.. 1990’da çektiği 44. Uluslararası Cannes Film Festivali Yarışma Bölümü’ne Almanya adına katılan “ElvedaYabancı” Verona Garda ‘91’de En İyi Yönetmen ödülünü kazanır. 1991- 2003 arasında Baden-Württemberg Film Akademisi’nde doçent olarak, 1999 – 2003 arasında Beykent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Başer 2003 yılından bu yana Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir. Başer, bütün kendi filmlerinin senaryolarına imza atmasının yanı sıra, farklı yönetmenlerin “Tatlı Günah”, “Şaşkın Rüzgar”, “Çığlık”, “Hotel Central”, “Aşkın Sihirli İksiri”, “Dilek Ağacı” ve “Dikenli Yatak” gibi senaryolarını yazmıştır.

40 METREKARE ALMANYA

1964 yılında Ses dergisinin yarışmasında birinci olduktan sonra 14 filmde başrol oynayan 1942 İstanbul doğumlu Tunç Okan, İsviçre’ye diş hekimliği yapmaya gitmiş, “Otobüs” filmiyle büyük başarı elde ederek 6 uluslararası ödül almıştır. İkinci filmi 1984 yapımı “Cumartesi, Cumartesi”den sonra çevirdiği bir başka ödüllü filmi “Fikrimin İnce Gülü-Sarı Mercedes” den (1992) beri film çekmeyen Okan 20 yıl aradan sonra köyde geçen dramatik komedi “Umut Üzümleri” (2013) ile yeniden sinemaya dönmüştür.

Modern Türk Fotoğrafının en önemli ismi 1951 Adana doğumlu Şahin Kaygun, 1980’lerin ortasında sanat yönetmeni olarak Atıf Yılmaz’ın “Aaahhh Belinda”, “Adı Vasfiye” ve “Dul Bir Kadın” filmleriyle sinemaya başlamış, olağanüstü görsellikte iki film, “Afife Jale”(1987) ve “Dolunay” (1988)ı çevirdikten sonra, ne yazıktır ki en verimli çağında, henüz 41 yaşında iken aramızdan 1992’de ayrılmıştır.

1 Ocak 1951’de Tekman’da doğan İrfan Tözüm, Gazetecilik, Fotoroman ve Reklam Filmleri yönetmenliği yaptıktan sonra sinemaya geçerek çoğunlukla TV dizilerilde adını duyurmuştur. Sinema filmleriyle Antalya, Ankara, Adana ve İstanbul festivallerinde 50’yi aşkın ödül kazanmış olan Tözüm’ün yönetmenliğini üstlendiği filmler arasında, “Rumuz Goncagül”, “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri”, “Kız Kulesi Aşıkları”, “Mum Kokulu Kadınlar” gibi ses getirmiş çalışmalar vardır.

RUMUZ GONCAGÜL

Kısım I

Geçiş Dönemini Büyük Ustası : Ömer Kavur

Yeşilçam endüstrisinin çöküş yıllarının en özgün sinemacısı kuşkusuz Ömer Kavur’dur. Kavur (1944-2005), tam olarak sistemin dışında kalmasa da, ömür boyunca özgün çizgisinden ödün vermeyişiyle, bağımsız Türk Sinemasının önünü açan en önemli sinemacı, kuşkusuz sinemamızın en büyük “auteur”lerinden Ömer Kavur’dur.

1944’te Ankara’da orta üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğan Ömer Kavur, ilkokulu İstanbul Kızıltoprak’ta, ortaokulu Robert Kolej’de, liseyi Kabataş Erkek Lisesi’nde okuduktan sonra üniversite eğitimi için Paris’e gider. Conservatoire Libre du Cinéma Français’de sinema, Sorbonne Haute École du Journalisme’de gazetecilik okuduktan sonra, teknik-pratik sinema eğitimini yine Sorbonne’da gerçekleştirdiği sinema tarihi yüksek lisansıyla bütünler. Bu dönemde çektiği kısa filmler ilgi çeker ve çeşitli ödüller kazanır. Mezun olduktan sonra bir Alain-Robbe Grillet‘ nin yardımcı yönetmenliğini yaptıktan sonra yurda döner.

Boğaz Köprüleri ile ilgili bir belgeselin ardından Kavur 1974’de, Refik Halit Karay‘ın aynı adlı kısa romanından uyarladığı ilk kurmaca uzun metrajı “Yatık Emine”yi çeker.

Ömer Kavur’un, yoz bir taşra gerçekliğinin ahlaken çürümüş toplumsal arka planında, bireyin çaresizliğini, yabancı bir kadın olmanın trajedisini ve kadının cinsel arzu nesnesi olarak ortaya konuşunu anlattığı bu ilk filminin ana teması toplumsal ve bireysel ikiyüzlülüktür. “Yatık Emine”, Osmanlı’nın son yıllarında ıslah olması için küçük bir Anadolu kasabasına sürgün edilen bir fahişenin, kasabalılar tarafından dışlanmasının, kasabanın sözüm ona ehli namus erkeklerince tecavüze yeltenmesinin hikâyesidir. Yaşadığı köyün muhtarının yeğeni tarafından evlenmek vaadiyle kaçırılan, sonra da yüz üstü bırakılan Emine fahişe değildir ama, bekâretini kaybettiği ve toplumsal normlar nedeniyle ailesinin yanına dönemediği için fahişe damgası yemiştir. Kasaba, düzenin korunması adına kendisine benzemeyen Emine’nin üç parça eşyasını çalar, işsiz ve aç bırakır. Son olarak, güvendiği, bir süredir kasaba dışında olan komutanın dönüşünde onu fark etmeyişi onu göz göre göre ölüme iter. “Yatık Emine” de sansür baskısından kaçamadığından Kavur ikinci filmini çekebilmek için beş yıl beklemek zorunda kalır.

Senaryosunu Onat Kutlar ile birlikte yazdığı “Yusuf ile Kenan”ın (1979) ana teması ise arayıştır. Film, kan davasından kaçan iki kardeşin İstanbul’da amcalarını arayışları üzerinden, şehrin var olduğunu bildiğimiz ama görmemeyi tercih ettiğimiz öteki yüzünü, arada “aydın” bakışımızın kofluğuyla da dalga geçerek gösterir. Toplumun itilmişleri arasından çekip çıkarılmış iki çocuğun ayakta kalmak için yapmak zorunda kaldıkları seçimleri merkezine alan “Yusuf ile Kenan” İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin en iyi örneklerini anımsatan lirik bir belgesel tadında gelişir. Kavur, Türk Sinemasında “sokak çocuğu” gerçekliğini en başarılı şekilde ele alırken, Yılmaz Güney’in katıksız toplumsal gerçekçi çizgisine en çok yakınlaştığı bu filminde bile yüzünün bir yanını da bireye, insan ruhuna çevirir. Olaylar, iki yalnız çocuğu, İstanbul’da kendi yollarını bulma seçeneğine getirdiğinde, Kenan doğru yolu emekçilikte bulacak Yusuf ise kısa yoldan para ve güç kazanma hırsıyla ıslahevine düşecektir.

Sokak çocuklarından, ülkenin içinde bulunduğu politik atmosfere, suç dünyasından polis ve suçlu ilişkisine farklı konuları yalın ve etkili bir sinema diliyle anlatırken dönemin standart “toplumcu-gerçekçi” sinemasına bir alternatif oluşturan “Yusuf ile Kenan”, uluslararası beğeni de kazanarak Milano Film Festivali büyük ödülünü alsa da, sansür yine yakasını bırakmaz, yasaklanan film Türkiye’de ancak Danıştay kararıyla gösterilir

Bundan sonra Kavur, sansür belasından uzak durmaya çalışarak, Yeşilçam’a daha yakın dursa da özgün anlatım tarzını yine de bırakmadığı üç film çeker.

Kavur’un Füruzan’ın kendi öyküsünden yazarla birlikte uyarladığı “Ah Güzel İstanbul” (1981), “Yatık Emine”deki gibi, ataerkil toplumlarda ekonomik özgürlüğü olmayan, birey olarak değer verilmeyen ve dolayısıyla söz sahibi olamayan kadının kıstırılmışlığına geri döndüğü bir filmdir. Bir kamyon şoförünün genelevde âşık olduğu fahişeyi “kurtararak” mahallesine getirmesinin öyküsü, Yeşilçam’da sıklıkla karşılaşılan farklı dünyalardan iki insanın aşkını anlatıyor gibi görünse de, melodramatik anlatımdan alabildiğince uzak duruşu, hikâyenin gerçekçi yapısı, ilişkinin devam edemeyişiyle gelen sıra dışı ve ucu açık finaliyle epey farklı bir çalışmadır.

Kavur’un senaryosunu Selim İleri’yle birlikte yazarak aynı yıl Ayvalık’ta çektiği, 1980 sonrası Türkiye’sinde kasaba yaşamının toplumsal-kültürel yapısını nerdeyse belgesel gibi ele alan alt metniyle “Kırık Bir Aşk Hikayesi” işleri kötüye gittiği için zengin bir fabrikatörün kızıyla evlenecek olan Fuat’ın düğün arifesinde, kasabaya yeni atanan edebiyat öğretmeni Aysel’le yaşadığı yasak aşkın öyküsünü aşan bir çalışmadır. Kavur’un sinemanın ölümsüz temalarından “imkânsız aşk”ı anlatırken, Goretta’ın “Dantelci Kız”da yakaladığı dingin ve melodramik yetkinliğine ulaşması dikkat çekicidir.

Senaryosunu Selim İleri’nin yazdığı, hastalıklı bir tutku etrafında gelişen “Göl” (1982), kasaba gazinosuna gelen bir şarkıcının, onu ölen eşinin yerine koyan kasabanın güçlü adamı tarafından tutsak alınmasını konu alır. Benzerlik olgusu, saplantı, mekânsal sınırlanma, yazgı, kaçış, cinsel açlık gibi pek çok temanın tek bir filmde başarıyla harmanlanması, geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin anlık sıçrayışlarla iç içe girmesi, eriştiği gerilim düzeyi, kurduğu boğucu, karamsar ve karabasansı atmosferle “Göl”, Kavur’un sıklıkla ele alacağı türden bireysel psikolojik motifleri öne çıkarmaya başladığı ilk filmdir.

Nedir bu üst orta sınıftan gelen, eğitimi ve mesleki yaşamı Ankara – Paris – İstanbul üçgeninde gelişen şehir çocuğunun kasaba ile alıp veremediği? Kavur sinemasında kasaba, muhafazakârlığın, statüko dışına taşma korkusunun, dışarlıklının, ötekinin, farklının kurulu düzeni yıkabilecek düşman olarak algılanmasının simgesidir. “Yatık Emine”de saldırıya uğrayan tecavüzcü değil, Emine’dir, “masum” Fuat ısrarla onun peşinden koşmuş olsa da, baştan çıkarıcı, yuva yıkıcı ve ahlaksız olan Aysel Öğretmendir, Eşraftan “beyefendinin” şarkıcı Nalan’ı kaçırıp “kapatması”nı “Göl”deki kasaba halkı doğal karşılar. Yanlış yapan, kadını kurtarmaya çalışan balıkçı Hasan’dır ki, yıllarca kasabada yaşasa da, karşı kıyıdandır, Emine’ye yardım yeltenen sürgündeki erkek hemşire gibi dışarlıklıdır. Sanırım Kavur için kasaba, artık sonu gelmiş olsa da kendi geleneklerini sürdürerek ayakta kalmaya çalışan, yeniliğe ve çağcıllığa karşı olan, farklı bir sinema yapmaktansa düzmece pespaye sahte seks sahneleriyle düzeni sürdürmeyi yeğleyen Yeşilçamın ta kendisidir. Sanki “Mektepli” Ömer Kavur da, aynen Yatık Emine, Balıkçı Hasan, İstanbullu Aysel Öğretmen ya da Şarkıcı Nalan gibi (ki onun da asıl adı Emine’dir) Yeşilçam’ın “alaylıları” için bir “öteki”, kurulu düzeni alt üst edecek bir düşmandır.

Kavur, senaryosunu Barış Pirhasan’la birlikte yazdığı “Körebe”de (1985), küçük kızı ile yalnız yaşayan bir kadının kaybolan çocuğunu arayışı üzerinden, “Yusuf ile Kenan”dan altı yıl sonra, karakterlerinin yeniden İstanbul sokaklarında arayışlarına odaklanan bir hikâye anlatır. İnandırıcılıktan uzak finali filme çok şey kaybettirse de, kızını ararken eski kocası, akrabaları, komşuları, gazeteciler ve polisler gibi, pek çok farklı ön yargı sahibi ile mücadele eden, kadın ve boşanmış olmanın, üstelik bunu kendisinin istemesinin hesabı sorulan anneyi, müthiş “gerçek” kılmayı başaran Türkân Şoray’ın olağanüstü yorumu için izlenmeye değer.

Senaryosunu Kerem Şahin’in film öyküsünden esinlenerek, yine Barış Pirhasan’la birlikte yazdığı ve aynı yıl çektiği (1985) “Amansız Yol”da, Kavur sinemasının ana motiflerinden “yolculuk” teması ilk kez ortaya çıkar. Film, Almanya’da tır şoförlüğü yapan Hasan’ın, yıllar sonra gençliğinin geçtiği mahalleye geri döndüğünde, yokluğunda en iyi arkadaşı ile evlenmiş olan Sabahat’ı çaresiz halde bulmasıyla başlar Yavuz, hepsinin başını belaya soktuğunda Hasan, Sebahat ve kızını İstanbul’dan Mardin’e sürüklenen bir kaçışı başlar. Birbirleriyle hesaplaşmalarına, birbirlerine dair yeni şeyler öğrenmelerine neden olan bu yolculuk, yol boyunca kendilerini ve geçmişi sorgulayarak değişimden geçtikleri içsel bir yolculuğa dönüşecek, farklı yorumlara açık bir finalle sonuçlanacaktır.

Sinema anlayışının gelişim sürecinde yaptığı bu son 5 filmde, kimi Yeşilçam klişeleriyle özgün bir sinema dilini harmanlamış olan Ömer Kavur 1987’de, 12 Eylül sonrasının yenilgi psikolojisine uygun konusundan dolayı dönemsel bir kaydırma yaparak 80’li yıllara taşımış olduğu, Yusuf Atılgan‘ın “Anayurt Oteli” romanının uyarlamasıyla Antalya ve İstanbul’da bütün önemli ödülleri kazanır, Venedik’te Fipresci ile Nantes’da Büyük Ödülü alır.

Kimilerine göre Türk sinema tarihinin en derinlikli “boğuntu” filmi olan “Anayurt Oteli” sinemamızın tartışmasız en önde gelen beş başyapıtından biridir. Film, köşkten bozma eski bir kasaba otelini yöneten, yanında çalışan temizlikçi kadınla birlikte tüm hayatı bu otelde geçen Zebercet’in öyküsüdür. Çekingen, insanlarla doğru dürüst iletişim kuramayan, mesafeli ve küçümseyen davranışıyla dış dünyadan korkusunu gizlemeye çalışan bu yalnız adam, cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için uykucu temizlikçisini nesneye dönüştürmekten çekinmeyecek kadar bencildir de Otelde bir gece kalan, bölgedeki köylerden birine giderken bir hafta sonra döneceğini söylemiş olan esrarengiz bir kadına âşık olan, saplantılı şekilde odasını kaldığı gibi muhafaza eden Zebercet kadının dönüşünü bekler. Kadını tutkuyla beklemek Zebercet için hayata dönmek, içinde bulunduğu döngüyü kırarak dış dünyaya açılmak için bir neden oluşturur. Kadının bir türlü dönmemesiyle ruhsal çöküntüye girer, kendine de yabancılaşmaya başlar. Oteli / kendini dışarıya karşı kapatan Zebercet, dış dünya ile son bir kez iletişime girmeyi dener. Bunu da başaramayınca bastırdığı duygular giderek ölümcül bir şiddete dönüşür ve giderek yok oluşunu hazırlar.

Kavur’u dünya sinemasında da kendine özgü ve ayrıcalıklı bir yere taşıyan “Anayurt Oteli”, yazar yönetmenin kamerasını artık sosyal ilişkilerden, toplumsal açmazların yol açtığı bireysel dramlardan çekerek, tamamen bireyin iç dünyasına yönelttiği yeni döneminin ilk filmidir. “Anayurt Oteli”yle başlayan, “Gece Yolculuğu”, “Gizli Yüz” ve “Akrebin Yolculuğu” ile devam eden bu yeni döneminde Kavur, bireyin iç dünyasına, ruhsal boşluğuna, varoluşsal açmazlarına, dünyayı ve “saat” nesnesinin simgelediği zamanı algılayış ve sorgulayış biçimine yönelerek, dünya karşısında tek başına durmaya çalışan bireyin, trajik ve karmaşık iç dünyasını ortaya koymaya çalışır. Sosyal ilişkiler elbette ki bütünüyle reddedilmez; ancak alışılagelmiş olana iyiden iyiye sırtını dönmüş olan Kavur, artık hikâye anlatmaz. Bu filmlerdeki temel sorunsal, ezeli ve ebedi bir yalnızlık dolambacında istemsizce sürüklenen bireyin, herkesten habersiz yaşadığı trajik ve karmaşık iç dünyasının ortaya konması çabasıdır.

1987’de çektiği, 1988 Antalya Film Festivali’nin bütün önemli ödüllerini toplayan “Gece Yolculuğu”nu diğerlerinden ayıran en önemli özelliği Ömer Kavur’un ilk kez senaryoyu tek başına yazmış olmasıdır. Aytaç Arman’ı, saç modeli, gözlükleri, yüz ifadesi ve zarif beden diliyle, fiziksel olarak da benzeterek kendisinin bir alter egosu olarak oynatan Ömer Kavur, “Gece Yolculuğu”ile, öyküsel olmasa bile düşünsel olarak en otobiyografik filmini çekmiştir.

Gece Yolculuğu”nda, sansür nedeniyle sadece aşk filmlerinin rahatlıkla çekilebildiği bir dönemde, içine kapanık, sessiz yönetmen Ali ile daha dışa dönük ve iş bitirici senarist arkadaşı Yavuz, yeni bir aşk filmi için mekân araştırmaya güneye inerler. Bir süre farklı yerlere baktıktan sonra sonunda, Fethiye Kayaköy’de çekmek istedikleri yeri bulurlar. Yavuz yapımla ilgili ayrıntıları halletmek için İstanbul’a döndüğünde, buldukları bu köyde kalarak. geçmişiyle bir tür hesaplaşmaya girişen Ali için artık mesele tamamen kişisel bir olaya, öldürülen kardeşi, kendisinden hep uzak tutmuş olduğu eski karısı ve köyün hayaletiyle birlikte, kendi içinde çıkacağı bir içsel yolculuğa dönüşecektir. Yolculuğunun sonunda Ali bu süreç içinde yazdıklarını da rüzgâra savurarak çekip gidecek, Yavuz, bir başka yönetmenle çekime geldiğinde Ali’ye farklı bir şekilde ulaşacaktır.

Biraz, aynı yıl çektiği “Anayurt Oteli”nin gölgesinde kaldığı için belleklerde daha az yer etmiş olan “Gece Yolculuğu”, Aytaç Arman’ın olağanüstü oyunculuğu, kusursuz sinema dili ve mekânlarını filmin yaşayan karakterleri gibi ele alışıyla sinemamızın benzersiz doruklarından biridir.

GECE YOLCULUĞU

1991’de, Orhan Pamuk’un “Kara Kitap” romanındaki öykülerden birinden yola çıkarak çekilen, senaryosunu Kavur’un Pamuk’la birlikte yazdığı, kendi hikâyesini anlatabilmek, bir şeylerin arayışında olmak üzerine döngüsel bir zaman anlayışının hâkim olduğu “Gizli Yüz”, sinema tarihinde edebiyatla sinemanın kusursuz şekilde kaynaştığı az sayıda başyapıttan biridir.

Her anlamlı yüzün bir hikâye anlattığına inanan bir kadının, genç bir fotoğrafçı aracılığıyla eksik olan diğer yarısını aramasını konu alan “Gizli Yüz”de kadın, genç adamın pavyonlarda çektiği yüzlerden birini, fotoğrafını gördüğü bir saat tamircisini bulmasını ister. Fotoğrafçı saatçiyi bulur ama, ertesi gün hem kadın hem saatçi yok olurlar. Genç adam, bir şehirlerarası otobüs mola yerinde saatçiyle kadının videosuyla karşılaştığında tutkuyla bağlandığı kadının peşinden gizemli bir yolculuğa çıkar. Yolculuk, her tarafından saat kulesinin görüldüğü, saatçi ile kadının insanların öykülerini dinlediği bir şehirde, gizemli ve metaforik bir sona ulaşır.

Ömer Kavur 1995’de, sevgi ve hoşgörü temaları üzerine kurulu, beş farklı yönetmenin çektiği birbirinden bağımsız 5 kısa öykülü filme katılarak “ Buluşma” adlı bölünü çeker.

Zaman ve hoşgörü temalarının öne çıktığı bu kısa filmde, kocasının mezarını ziyarete giden bir kadının mezarlıkta kocasının eski eşiyle karşılaşmasını ve çocukluk arkadaşı olan iki kadının deniz kenarında bir tepede oturup anılarını ve ölen adamla ilişkilerini konuşmaları anlatılır.

GİZLİ YÜZ

1996’da yine zamanın sorgulandığı sonsuz yolculuğun ele alındığı “Akrebin Yolculuğu” gelir. Kavur’un senaryosunu Macit Koper’le birlikte yazdığı, zamanı ve zamansızlığı en bariz biçimde sorguladığı filmi, bir kuledeki saati onarması için davet edilen saat tamircisinin gizemli hikâyesini, zamanın kendi üzerine kapanan daireselliği üzerinden anlatır.

Tamirci Kerem saat kulesinde karşılaştığı gizemli bir kadını izlerken olası bir cinayete şahit olur. Saat kulesinin sahibi ile tanıştığında, adamın kuleyi hediye etmiş olduğu eşi Esra’nın o gizemli kadın olduğunu fark eder Saatin tamiri bittiğinde yola çıkan Kerem’in olayları ne kadarını yaşadığı, ne kadarını hayal ettiği çözümsüz kalır.

Ömer Kavur’un Bolu’nun Göynük ilçesinin çarpıcı görselliğini başarı ile kullandığı, 1997’de Cannes’ın “Un Certain Regard – Belirli Bir Bakış” bölümünde de gösterilen “Akrebin Yolculuğu” “zaman” üzerine gerçeküstü öğeler de barındıran, sanatsalla popüler arasındaki dengeyi sinemamızda pek görülmeyen bir başarı ile tutturan ilginç bir çalışmadır. Kavur’un zamanı sorguladığı sonsuz yolculuğunun bu yeni aşaması için yapılan “kendini tekrarladığı” eleştirilerinin de çok haksız oldukları kanısındayım.

Kavur aslında her filminde kendini çekmekte, karakterleri aracılığıyla kişisel yalnızlığını deşifre etmektedir. Yaşam karşısında duyduğu korkuları, sıkıntıları, acıları karakterlerinin cisminde somutlaştırmaktadır. Bir bakıma sürekli mağlup olunacağının, ağzı burnu kan içinde çıkılacağının çok iyi bilindiği romantik bir intikam çabasıdır bu girişim. Zebercet biraz da, henüz Paris’te genç bir sinema öğrencisiyken okul masraflarını karşılamak için izbe ve küçük bir otelde kâtiplik yapan Kavur’dur “Gece Yolculuğu”nun Ali’si, yaratım sancısı çeken, sinema hevesini yitirmekten korkan, hayatını ve geçmişini sorgulayan Kavur’dur. Gizli yüz kendini gösterince binlerce sırrın bilineceğini düşünen, yitik aşkı, yitik zamanı arayarak delirme sınırına ulaşan “genç fotoğrafçı” da Kavur’dur. Genç fotoğrafçının esrarlı, giderek içe dönen yolculuğunun öyküsü, Ömer Kavur’un içsel yolculuğunun bir yansımasıdır ve enfes final sekansında Kavur, fotoğrafçıyı değil, kendini teselli etmektedir.

Yönetmen bu dönemin ardından daha yalın öykülere ve anlatım tekniklerine dönerek senaryosunu Feride Çiçekoğlu ve Erol Hızarcı ile birlikte yazdığı “Melekler Evi”ni (2000) çeker. “Melekler Evi“, Bosna’da yaralandıktan sonra mesleğini bırakıp yurda dönen savaş muhabiri Ahmet’in açacağı kişisel sergi için terk edilmiş evlerin fotoğraflarını çekmek üzere geldiği Şanlıurfa’da işlenen bir cinayete tesadüfen tanık olmasıyla başlayan olayları akıcı bir tempo ile anlatan son derece düzgün bir aksiyon sineması örneğidir. Şanlıurfa’nın görkemli dekorunda başlayan ve Şanlıurfa’dan Van’a uzanan bu yol filmi, gittikçe karabasana dönüşen olayların paralelinde birbirine tutkuyla aşık olan iki kişinin umutsuz serüvenini de öyküler.

Ömer Kavur’un senaryosunu Macit Koper‘le birlikte yazdığı, Altın Portakal Festivali’nde 7 ödül kazanan “Karşılaşma” hemen hemen bütün filmlerinde olduğu gibi bir arayışın, bir sırrın peşinde koşmanın hikâyesidir. Film ilginç bir karşılaşma ile, mimar olan Sinan (Uğur Polat), ile kumarhane işletmecisi Mahmut’un (Çetin Tekindor), hastanede kemoterapi seansları sırasında tanışmaları ve farklı ortamlardan gelen bu iki adamın arasında garip bir dostluğun oluşmasıyla başlar. Sinan ile Mahmut’un hastalıklarından (kanser !!!) başka bir ortak özellikleri daha vardır: yitirilmiş oğul. Sinan, iki yıl önce 17 yaşındaki oğlu Cem’i (İsmail Hacıoğlu) bir motosiklet kazasında yitirmiştir, Mahmut ise hamileyken terk ettiği eski sevgilisini ve hiç tanımadığı oğlunu (İsmail Hacıoğlu) aramaktadır. Ölüm haberini aldığı Mahmut’un bir adada öldürüldüğünü öğrenen Sinan, olayı araştırmak üzere adaya gider ve mucizevi bir şekilde ölen oğluna benzeyen motosikletli çocukla karşılaşır. Osman, adada bir otel işleten ve resmini Mahmut’un elinde görmüş olduğu kadının çocuğudur. Bozcaada’da Sinan’la otelci kadın arasında benzersiz bir çekim oluşurken Osman’la Sinan arasında da çok sağlam bir bağ gelişmeye başlar. Ömer Kavur, Karşılaşma’da kurgunun ve zamanın dairesel bir yapı izlediği döngüsel zaman anlayışına dönerken, Mahmut’un öldürülüşünün ardındaki sır perdesini finale kadar saklayarak seyirciyi hikâyenin içinde tutmayı başarır.

Filmde Mahmut ile Sinan’ı buluşturan kemoterapi olgusu maalesef ilginç bir senaryo buluşu değildir. Kavur, uzunca bir süredir lenf kanseri tedavisi görmektedir. Ne yazıktır ki “Karşılaşma” yazar yönetmenin vasiyet filmi olarak kalacak ve Ömer Kavur kansere yenilerek 12 Mayıs 2005’te Teşvikiye’deki evinde aramızdan ayrılacaktır.

CORONA GÜNLERİ İÇİN FİLM ÖNERİLERİ 1


Başlangıçtan Yeşilçam’ın çöküşüne Türk Sineması


Ömer Lûtfi Akad :  

1) Kızılırmak Karakoyun (1967)
2) Vesikalı Yarim (1968)
3) Göç Üçlemesi: Gelin (1973); Düğün (1973); Diyet (1974)


Metin Erksan :        

1) Yılanların Öcü (1962)
2) Susuz Yaz (1963)
3) Sevmek Zamanı (1965)
4) Kuyu (1968)


Atıf Yılmaz :            

1) Selvi Botlum Al Yazmalım (1977)
2) Adak (1980)
3) Adı Vasfiye (1985)
4) Değirmen (1986)
5) Aaahh Belinda(1986)
6) Hayallerim, Aşkım ve Sen  (1987)
7) Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (1994)


Halit Refiğ :             

1) Haremde Dört Kadın (1965)
2) Hanım (1989)


Ali Özgentürk :       

1Hazal (1981)
2) At (1981)


Yavuz Özkan:

1) Yengeç Sepeti (1994)


Yılmaz Güney:  

1)   Umut (1970)    

2) Arkadaş (1974)
3) Sürü (1978) Zeki Ökten
4) Yol (1981) Şerif Gören
5) Duvar (1984)


Tunç Okan:              

1) Otobüs (1975)


Erden Kıral :           

1) Bereketli Topraklar Üzerinde (1980)
2) Hakkâri’de Bir Mevsim (1984)
3) Ayna (1984)


Fehmi Yaşar:           

1) Camdan Kalp (1990)


Başar Sabuncu:       

1) Çıplak Vatandaş (1980)
2) Kupa Kızı (1986)
3) Asılacak Kadın (1986)
4) Zengin Mutfağı (1988)
5) Kaçamak (1988)
6) Yolcu (1993)


Tevfik Başer:           

1) 40 metrekare Almanya (1985)


Şahin Kaygun :       

1) Afife Jale (1987)
2) Dolunay (1988)


Zülfü Livaneli:        

1) Sis (1989)


Ömer Kavur:           

1) Yatık Emine (1974)
2) Yusuf İle Kenan (1979)
3) Anayurt Oteli (1987)
4) Gece Yolculuğu (1991)
5) Akrebin Yolculuğu (1996)
6) Karşılaşma (2003)

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz