YEŞİLÇAM ÖNCESİ SİNEMACILAR ÇAĞININ GÖRKEMLİ YILDIZI : MUHTEREM NUR
19. yüzyıl roman yazını aslında yeni bir dünyanın habercisiydi. Rus romanlarında, özellikle küçük memur tiplemeleri, Lev Tolstoy‘un köylü ve soylu anlatımları, Fyodor Dostoyevski‘nin ruhi durum tespitleri aslında çarlık dönemi Romanov ailesinin tükenişi ile o dönem Rus cemiyetinin yeni bir çıkış arayışı ve telaşının izlerini taşıyordu. Benzer şekilde büyük romancı Honoré de Balzac da “İnsanlık Komedyası“nı yazarken Fransız İhtilalinin burjuva niteliğinin toplum nezdindeki karşılığını arıyordu. Ve tam da burada sadece yapıtının bütününde değil, sözlerinde dahi bize tüm insanlığı kuşatıcı, özlü yanıtlar veriyordu. Mesela, Vadideki Zambak‘ta, “...sevilen kadın bütün kadınların en güzeli değil midir?” sözü, yahut, aynı eserde bahsettiği “…acılar sonsuz oluyor, sevinçlerin ise bir sınırı var” sözündeki gibi. İşte bir kısa pasaj bazen bir insan olarak karşınıza çıkıyor. Acının ve sevginin kadını olarak hep bir isim ön planda yer alıyor sinemamız bahsinde: Muhterem Nur.
Sinemamızın Cahide Sonku ile birlikte ilk büyük starlarından birisi. Sessizce, bu acılı günlerde, yeni bir acı bırakarak çekip gitti aramızdan. Acılı günler dedik, doğumu da öyleydi. Muhterem Nur tam bir bilinmezlikler içinde doğdu. Düşünsenize; babasını, annesini hatta doğum tarihini bile bilmeyen bir kişiden bahsediyoruz. Sanmayın sonrasında çok mutlu olduğunu, hayat hep iniş ve çıkışlarla kendisini ona gösterdi. Doğum tarihi bilinmiyor, ancak kaynaklarda 1932 olarak kayıt gösteriliyor. Muhterem, Kuzey Makedonya’da, Bitolj şehrinde, istenmeyen bir çocuk olarak doğar. Annesi henüz 16 yaşındadır, gebedir, doğum sırasında ölür. Kendisini teyzesi büyütür, hep gizli, saklıdır yaşamı. Ailenin büyük fertlerinden sakınılır, tehlike belki de en yakınındadır. Asıl ismi Olga’dır.
1942 yılında, yani 2. Dünya Savaşı’nın o en karanlık günlerinde, savaş Balkanlarda da kendisini iyice hissetirdiğinde, Manastır ve Balkan göçlerinin başlaması ile birlikte bir kamyonun altına saklanır küçük çocuk ve İstanbul’a bu vasıta ile kaçırılır. Eyüp’e yerleşir teyzesiyle, teyzesi kendisine yeni bir kimlik çıkartır. Nüfusta ismi artık Aysel Kısa‘dır. Zorlu bir çocukluk başlar. İlkokul tahsilini Eyüp 36. ilkokulunda yapar. Burayı okuduktan sonra 14 yaşında dokuma fabrikasında işe başlar. Mahalle arkadaşları vardır, en büyük keyfi bu arkadaşlarından Üftade ile Beyoğlu’nu, Cadde-i Kebir’i yani İstiklal Caddesini gezmektir. Eyüp’teki fakirliğin izleri yoktur burada. Beyaz Rusların, diğer ismi ile Haraşoların da katkıları ve gayrımüslüm kültür bileşenleri ile farklı bir kültürün zenginlikleri gözlerini kamaştırır. Hep bahtsızlık yoktur hayatında, bir gün talih ona da güler, bedbaht hayatında bir ümit ışığı aydınlanır.
Film yapımcılarından Ümit Utku ile tanışır. Onun da katkısı ile o dönem tiyatrodan kopuş sancıları çeken Türk Sineması camiasının içine girer. Günlüğü beş lira olmak üzere, dokumadaki işini bırakarak, figüranlık yapmaya başlar. İlk film teklifini 1950’lerin daha başında Muharrem Gürses‘ten alır. Muharrem Gürses‘i hepimiz Hababam Sınıfının okul sahibi rolü ile biliriz. Esasında Yeşilçam’da bir dönem en çok iş yapan yapımcı ve yönetmenlerden birisidir. Muhterem Nur ilk filmi olan “Yıldızlar Revüsü“nde figüran olarak rol alır. Ancak yapımcıların dikkatini hemen çeker. Farklı bir güzellik ve belki de açıklanamayan bir gizem saklıdır hallerinde. Cahide Sonku‘nun yıldızının parladığı, Stefan Zweig‘ın “yıldızın parladığı anlar” tabirini kullandığı gibi o vakit gelmek üzeredir. İkinci filmi, Türk Sinemasının başarılı yapımlarından 1952 yapımı Ayhan Işık‘lı, Gülistan Güzey‘li, Lütfi Ömer Akad‘ın çektiği “Kanun Namına” filmidir. Bu filmlerinde ismi henüz Aysel Utku‘dur. Daha sonra Ümit Utku‘nun önerisi ile Muhterem Nur ismini alır ve hep o isimle bilinir. Bu isim belki de uğuru olur ve etkin rollerde bulunduğu filmler ardı sıra gelmeye başlar.
Bunlar arasında biri vardır ki işte yıldız tam o anda ışıldar : Fikret Hakan, Salih Tozan ve Semih Sezerli gibi döneminin önemli oyuncuları ile başrolü paylaştığı, Memduh Ün‘ün yönettiği, 1958 tarihli “Üç Arkadaş” filmidir. Bu film çok beğenilir. O ana dek ve halen de Türk Sinemasının en başarılı yapımlarından birisi olarak kayıtlara geçer. Bu filmde görme engelli bir kızı, Gül’ü canlandırır. Fakir üç arkadaş, tesadüfen karşılaştıkları ve acıdıkları bu kıza, kendilerini zengin olarak tanıtmışlardır. Kanun dışı yollarla görme engelli kızın ameliyat parasını bulurlar. Sonra hapise girerler. Bu sırada ameliyatı başarılı geçen Gül, önemli bir ses sanatçısı olur. Son sahnesi özellikle etkileyicidir. Çok beğenilir, hatta Memduh Ün 1971 yılında Hülya Koçyiğit, Kadir İnanır, Müşfik Kenter ve Halit Akçatepe ile filmi yeniden çeker. Ne var ki, sinema eleştirmenlerinin hatta bizatihi yönetmenin anlatımlarını dikkate aldığımızda Muhterem Nur‘lu ilk hali daha başarılıdır. Ancak sinemanın yıldız sistemi çok acımasızdır. Kimi tefeci yapımcılar elinde oyuncular çoğu kez çaresizlik içinde kalırlar.
Hazin oyuncu hikayelerinin en temel nedenleri çarpık sömürüye dayalı bir sektör olmasında da aranmalıdır. Bu dönemde Muhterem Nur da büyük zorluklar çeker, maddi sıkıntılar içinde borçlarını ödeyemez duruma gelir. 1960’ların sonlarında dansözlük, ses sanatçılığı gibi asıl iş alanının dışına kaymaya başlar. Ancak tam anlamıyla sinemadan hiç kopmaz. Toplamda 179 filmde rol alır. 1972 yılında “Kara Gün” isimli film ile Adana Altın Koza Film Yarışmasında En İyi Yardımcı Kadın oyuncusu ödülünü alır. Sinemanın çirkin kralı Yılmaz Güney ile de bir çok filmi vardır. Koçero en bilinen ve sevilenlerindendir. 1970’lerin sonlarına doğru sinemamızda başlayan erotik sinema anlayışına asla yüz vermez.
1982 yılında hayatının bundan sonrasına damga vuracak, o isimle anılmasına vesile olacak bir kişi ile tanışır, bu kişi Müslüm Gürses‘tir. Bir gazinoda, kendisinden önce ve kendisine ait bir parça ile sahne alan 41 yaşındaki Muhterem Nur‘un odasına hiddetle girer ve ona tokat atar, bu onların tanışma anıdır. Müslüm henüz 20’li yaşlarındadır. O gün turnede olmaları nedeni ile kaldıkları otelde sabaha kadar konuşurlar. Tam bir aile dramının aktörü olan Müslüm, anne hasretini, gerçek sevgiyi, tam bir bileşen halinde Muhterem‘de bulur. Anne sevgisi dedik evet, zira bir röportajında “ben ölürsem, bu çocuğa ne olacak, kurtlar sofrasına yem olur” diyecek denli anne hassasiyetini gösterir. Muhterem için de Müslüm o zorlukların tam olarak anlayıcısıdır, aynı dert yolunda, birden bir tokat anıyla, bir kaza ile talihlerini bulmuşlardır sanki. Hiç kopmazlar. Ayrıldılar lafları peşlerini bırakmaz. Hayatını “Ömrümce Ağladım” ismiyle kitaplaştıran Gülten İşeri‘şe göre, “…iki yalnızı, iki köksüzü, iki öksüzü birleştirecekti hayat. Annesi gözleri önünde öldürülmüş bir çocuğun sığınağı olacaktı Muhterem. Otel odasında koparıp aldığı bu hayatı ömrünün sonuna kadar koruyacaktı. Aşk koyacaktı adını, hiç tatmadığı aşk. O yüreğin adı Müslüm Gürses’ti“.
Müslüm Gürses‘in alkol sorunu, evde zaman zaman eşine karşı uyguladığı fiziksel şiddeti gündemden hiç düşmez. Ama kopmazlar, kopamazlar, yapamazlar. Ta ki, Gürses‘in 2013 yılında vefatına kadar. Sinemaya Muharrem Gürses ile bir bakıma gerçek manada adımını atan Muhterem Nur, yaşama ise tutunduğu bir başka Gürses‘ini, Müslüm‘ünü bu tarihte kaybeder. Her yerde o ve hatıraları vardır artık. Adana Film Festivali’nde, benim de kendisini gördüğüm Onur Ödülü’nü almaya giderken, Adana sıcaklığını bile Müslüm sağken, sayesinde fark etmediğini söylemişti. Çok geçmez; hastalanır, yolculuklarını hep erteler. En büyük korkusu, uçakta ya da gemide ölmektir. Çünkü, öldüğünde Müslüm ile birlikte gömülmeyi hep arzular. O da olur. 20 Mart 2020’de, Crona’nın o karmaşa günlerinde hayatını kaybeder.
Sinema yazarı Agâh Özgüç‘e göre, Muhterem Nur‘un sinemada geldiği mertebeye Türkan Şoray bile erişememiştir. “Sultan oldu ama Muhterem’in gördüğü sevgiyi göremedi” der. Bunun takdiri sinema tarihinde verilir elbet, ancak tek bildiğim sinemanın, sinemacılar dönemi sayıldığı erken döneminde Muhterem Nur, tıpkı Cahide Sonku ve ileride Belgin Doruk ile birlikte ilk gerçek starlardandır, onlar hep öyle kaldılar ve kalmaya devam da edecekler. O narin yapılarıyla, zaman zaman gadrine uğradıkları ve kötüleşen dünyanın hep temiz kalanı olarak kaldılar ve anılmayı da hep hak ettiler, kayıpları bizler için, özellikle sinema takipçileri için ne de çok acıdır…