Hayır / Nope
Kitlesel sinema ile flört…
“Üzerine iğrenç bir pislikler yağdıracağım, Seni rezil edeceğim ve herkes seninle alay edecek.” Nahum 3:6
1979 doğumlu oyuncu Jordan Peele, yazıp yönettiği ilk filmi “Get Out / Kapan”la En İyi Özgün Senaryo Oscar Ödülünü almış, hem bu ilk çalışmasında, hem en azından onun kadar başarılı ikinci filmi “Us / Biz”de, farklı katmanlarda, farklı yorumlara açık dehşet-gerilim tarzındaki öykülerinde, fantastik ve ürkünç boyutla, günümüz ABD’sinin kurmacadan da ürkünç ayırımcı ve ötekileştirici yapısını büyük bir ustalık ve müthiş bir gerçekçilikle harmanlayarak eleştirmişti.
İlk kez bir üstün yapım bütçesiyle çektiği yeni filmi “Nope / Hayır”, izleyicisini şaşırtmayı, her dem beklenmedikle karşı karıya getirmeyi seven Peele’in tarzına uygun, kitlesel sinema ile flört edişiyle de yazar yönetmeninin çizgisinin biraz dışında bir çalışma.
Filmine 1998’de bir sitcom setinde geçen, anlamı filmin ortalarına doğru doğru çözülecek müthiş etkileyici bir sekansla giren Peele, bunun ardından keskin eleştirel tutumunu iyice arka plana çeker ve güncel bir western öyküsüne yönelir.
Los Angeles kırsalı Agua Dulce’deki at çiftliğinde western filmlerinde oynatılan atları yetiştiren at eğitimcisi ailenin reisi (Keith David) garip ötesi bir kaza sonucu öldüğünde, içine kapanık oğlu OJ Haywood (Daniel Kaluuya) baba mesleğini sürdürmek zorunda kalır. Onunla taban tabana zıt karakterde kız kardeşi Emerald (Keke Palmer) bir film serinde ailesinin at yetiştiriciliğinin tarihçesini anlatmaya başladığında, sıkı bir sinefil olan Jordan Peele’in çağcıl bir western’le yetinmeyeceğinin, asıl amacının izleyiciyi, sinemayı var eden tüm türlerde, en naif dönemlerinden günümüze yolculuğu çıkarmak, kimi zaman önemsenen, kimi zaman küçümsenen tür sinemasına sevgiyle, saygıyla ve de keyifle selam çakmak olduğu ortaya çıkar.
Yolculuk bizi serüvenin ta başına, fotoğrafçı Eadweard Muybridge’in 1878’de, fotoğraf makinelerinden oluşan bir düzenek kurarak, 1/1000 enstantane hızıyla elde ettiği ünlü “dört nala koşan at” sekansına götürür. Günümüzde bu unutulmaz çekim anımsansa bile, atın üstündeki siyahi jokeyi kimse hatırlamaz. Üstelik Hollywood bir karaderiliyi tekrar ata bindirmek için bütün bir yüzyıl beklemiştir. Ama OJ ve Emerald unutmamışlardır ki, o jokey bir Heywood’dur ve ikisinin büyük, büyük… büyükbabasıdır.
Beklenmedik bir kara mizah…
Tabii ki Hollywood’u inşa etmiş olanların soyundan gelmiş olmak, ehlileştiremediği her canlıyı bilgisayar animasyonu ile var eden günümüz gösteri endüstrisinde, zaten yıllardır Hollywood’un önlerine attığı kırıntılarla geçinmeye çalışan at eğitmenleri için kesinlikle gelecek garantisi değildir. (Giriş sekansındaki şempanze Gordy de tabii ki CGI ürünüdür)
Tüm zorluklara, kız kardeşinin “satalım gitsin” ısrarına karşın OJ çiftliği elden çıkarmamak ve işi devam ettirmek ister. Birkaç atını, ileride yeniden geri satın alma niyetiyle yakınlarda Vahşi Batı temalı “Jupiter’s Claim” adlı bir tür eğlence parkı işleten, şıkır şıkır yenilenmiş kovboy giysisi ve yepyeni şapkasıyla işlettiği lunaparktan bile daha yapay duran Ricky’ye (Steven Yuen) satar. Bir televizyon dizisinde çocuk oyuncuyken, sette yaşanan ölümcül facia sonrası sağ kalmış olan Jupe lakaplı bu Uzakdoğu kökenli Amerikalı karakter, filme her bir kişi nope / hayır dediğinde daha da karanlıklaşan beklenmedik bir kara mizah duygusu katar.
Kahramanların amacı Ufo mu ? Fotoğrafını Çekmek mi?
Gökte günlerdir kıpırdamayan bir bulutun varlığı, arkasından arada bir çıktığında atları ürküten, diske benzeyen, elektrikleri ve her türlü gücü etkileyen nesnenin ortaya çıkışıyla film bilim kurgusal boyut kazanarak UFO öyküsüne dönüşür. Ancak kahramanlarımızın amacı dünyayı “küçük yeşil adamların” istilasından kurtarmak değildir. Amaç bu “uçan daire”nin kusursuz bir fotoğrafını çekmek, bu fotoğraf sayesinde ünlü ve zengin olabilmektir. Tabii ki amaç sadece herhangi bir şeyi ilk kez başarmış olmanın aşar. Aslında kendilerine şöhret ve para getireceğini umdukları o fotoğraf insanoğlunun dehşeti doyumsuzca tüketme arzusunun simgesidir.
Fotoğrafın çekilebilmesi amacıyla çiftlikte üst düzey bir km ara sistemi kurulur. Önce kardeşlerin neyin peşinde olduklarını anlayan sistemin kurucusu ve teknik destek elemanı Angel (Brandon Perea), sonra da “imkânsız fotoğrafı çekme” takıntılı dahi görüntü yönetmeni Holst (Michael Wincott) ekibe katılırlar.
Bitti mi? Tabii ki “Nope / Hayır”.
OJ neyin / kimin karşısında olduklarını fark edince Jordan Peele’in türler arası yolculuğu, yaratık filmine evrilir. Ama ne yaratık! Kanımca “Nope”un uzaylı tasarımı, H.R. Giger sinema sektörüne girdiğinden beri yapılmış en etkileyici işlerden biri. Filmin çok başarılı efektlerine Daniel Kaluuya’nın o müthiş gözlerini de katmak gerekir. Peele’in fetiş oyuncusu, bakışlarındaki benzersiz yorgunluk, bezginlik ve usançla kırk replikle verilecek bir duyguyu birkaç saniyede yansıtır.
“Nope / Hayır”, sadece öncelikli karakterlere dönüşmüş olan Haywood atlarının, şempanze Gordy’nin, gökteki nesnenin, hayatta kalmaya çalışan ve maddi fırsat kollayan insanların öyküsü değildir. İnsanın vahşi hayvanların ilkel doğasını fethetme arzusunun da öyküsüdür. “Gözlerinin içine bakarsan sana saldırır ama, bakışınla onu kontrol etmeyi başarırsan doğa üzerinde egemen olmuşsundur”. Tüm kişilerimizi hem çeken hem iten, kaçmanın ya da saldırmanın kazanmakla mı, yoksa bütün olarak yutulup yok edilmekle mi sonuçlanacağının bilinmediği, sarhoşlukla çılgınlık arası duygunun da hikâyesidir.
Hınzır mizah
Sonuç olarak “Nope / Hayır”ın “Get Out /Kapan” ya da “Us / Biz” düzeyinde olmadığını, ilk iki filmin felsefi ve toplumsal derinliğine ulaşamadığını düşünebilirsiniz. Görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın 65 mm. IMAX formatının nerdeyse tamamı çölde çekilmiş filmi bir görsel şölene dönüştürdüğünü, bu benzersiz görselliği takdir etseniz bile, “for your eyes only” diyerek kolay unutulacak bir sabun köpüğü izlediğinizi de söyleyebilirsiniz ki, filmin basın gösterimi sonrasında, değer yargılarını önemsediğim, çoklukla da paylaştığım bazı eleştirmen arkadaşlarımdan bunları ya da bunlara benzer eleştirileri duydum.
Benim izlenimim bunlardan epey farklı. Filmin görsel işitsel mükemmeliyetinden, başta Daniel Kaluuya, Keke Palmer olmak üzere, Steven Yuen, Brandon Perea ve Michael Wincott’dan oluşan kimyaları çok uyumlu çekirdek kadronun çok başarılı oyunculuğundan, dört dörtlük bir öykü anlatıcısı olan Jordan Peele’in heyecan verici sinema dilinden, 130 dakika boyunca izleyicinin dikkatini ayakta tutan, hiç sarkmayan temposundan, her virajda ayrı bir yöne kayan hikâyenin sayısız ayrıntısını bir araya getirerek sağlam bir bütünlük kazandırmasından ve de özellikle gizli gibi duran hınzır mizah duygusundan müthiş keyif aldım.
Ama asıl hayranlık duyduğum, Peele’in sinemaya sevgi ve saygısı oldu. Bir türden diğerine eldiven değiştirir gibi rahatlıkça geçişinden, eleştirse, dalga geçse ya da ciddiye alsa, her türe aynı özenle yaklaşmasından çok etkilendim. Diğerleri kadar çarpıcı olmayabilir ama, ben bunun da farklı yorumlara açık çok katmanlı bir film olduğu kanısındayım. 19 Ağustos’ta vizyona giriyor, Ben çok sevdim; umarım siz de seversiniz. Tavsiyem: IMAX’da izleyin.
Yönetmen / Senaryo : Jordan Peele
Görüntü Yönetmeni : Hoyte Van Hoytema
Müzik : Michael Abels
Oyuncular : Daniel Kaluuya, Barbie Ferreira, Michael Wincott, Steven Yeun, Keke Palmer, Brandon Perea, Terry Notary, Andrew Patrick Ralston, Donna Mills, Jennifer Lafleur, Ryan W. Garcia
ABD / Gerilim-Korku-Gizem / 130 Dk.
Kabak çarpsın ki (kabak benim tanrımdır) diğerleri gibi düşünüyorum. Üç arkadaş izledik sizin bulduklarınızı bulamadık. Tavsiyenize uyduk IMAX salonda izledik. 69 Tl verdik Size komisyon mu veriyorlar? (şaka şaka) Ez cümle bize göre (üç arkadaş) kötü bir film di. ÖPTÜM..
Gayet güzel bir analiz olmuş. Yüzeysel bir film olduğunu eleştirilerine katılmıyorum, aksine Erdoğan Bey’in de dediği gibi çok katmanlı, her sahnesinden farklı anlamlar çıkarılabilecek bir yapım. Tavsiye ederim.