June ve John

Luc Beson’un yeni anarşik meseli

Siz, Besson sinemasının tadına hiçbir zaman varamamış olan Amerikalıların, İMDB ve / veya Metascore’da verdikleri düşük puanlara bakmayın. Mantık dışını, çocuksu öyküyü, klişeleri de unutun. Kendinizi “June ve John”un sizi çağırdıkları rüyaya bırakın. Bırakın ki, tüm iş, aile, hukuk, hatta ruhsal ve bedensel sağlık kavramları giderek yok olsun ve sadece o şiirsel özgürlük duygusu kalsın…

OrtaKoltuk Puanı:

 

1959 Paris doğumlu Fransız yazar yönetmen Luc Besson’u, inişli çıkışlı kariyeri yüzünden kimileri 1980’ler kuşağı Fransız sinemacılarının en iyilerden biri olarak görmüş, kimileri ise, özden çok tarzı, ve anlatıdan çok gösteriyi tercih ettiği için Fransız sinemasının tarihinde yeri olmadığını savunmuştur.

Çocukluğunun bir kısmını, dalgıç eğitmeni olan ailesiyle dünyanın çeşitli yerlerini dolaşarak geçiren Besson. 17 yaşında geçirdiği ve dalgıçlık yapmasına engel olan dalış kazası sonucu yunuslar üzerinde uzman bir deniz biyoloğu olma hayallerine veda etmiş, Paris’e dönerek sinema ile ilgilenmeye başlamış. 1980 başlarında yönetmenliğe başlamış, 1988’de, gençliğin kült filmine dönüşen “Le Grand Bleu / Derinlik Sarhoşluğu” ile şöhreti yakalamış. Tetikçi karakterlerin öne çıktığı gerilim sinemasına beklenmedik bir zekâ ve duygu dozu kattığı “Nikita” (1990) ve “Léon” (1994) ile ününü pekiştirmiş. 1997’de çektiği bilimkurgu destanı “The Fifth Element / Beşinci Element” antik felsefenin dört ana unsurunu türe yedirirken, filme başarıyla hınzır bir mizah duygusu da katmış. Peşinden gelen uzun filmografisinde Besson, sıradan sinema seyircisinin beğenisine hitap eden, orta halli filmler yapmış. Arada, 2017’de çektiği, baş döndürücü pop bilimkurgu filmi müthiş keyifli “Valerian ve Bin Gezegen İmparatorluğu ”nun hakkını yemeyelim.

Besson’un, genelde yüksek oktanlı aksiyonu derin duygusal alt tonlarla harmanlayan, görsel olarak çarpıcı filmler yazdığını ve yönettiğini, tematik olarak da çoğunlukla kaçış sineması yaptığını söyleyenlere tabii ki katılıyorum. Ancak bunu ileri sürerek yapılan işi küçümsemeyi, önemsememeyi doğru bulmuyorum. Bu özelde sinemanın, genelde de tüm sanatların eğlendirici, güzel vakit geçirtici, keyif verici olmasını yadsıyan sanatın mutlaka ciddi ve asık suratlı olması gerektiğini sanan çok da yanlış bir bakış açısı. Hele ki, tüm dünyada giderek ağırlaşan sorunların yükünü neredeyse taşıyamaz hâle gelmiş bir toplum için, zekâdan yoksun olmamak şartıyla hafif ve eğlenceli bir gösteri, gerçekten ilaç gibi gelmekteyken. Üstelik Besson, işini ustalıkla yapan, çok başarılı bir masal anlatıcısı.

Önümüzdeki günlerde vizyona girecek olan “June and John / June ve John” da keyifle izlenen bir masal. Üstelik tam olarak masal da değil, sımsıcak bir aşk hikâyesinin arkasına saklanmış, endüstri sonrası burjuvaziye ve kabullenilmiş değerler sistemine ustalıkla saldıran bir mesel.

Alışılagelmişin içine hapsolmuş, yabancılaşmış ve pasif John (Luke Stanton Eddy), iş yaşamında sürekli mobbing gören prototip bir beyaz yakalıdır. Canlıdan ziyade bir robot gibi yaşamakta rüyalarında intihar ettiğini görmektedir. Şirket kurallarına hemen her zaman uysa da aslında hiçbir değeri yoktur. Yöneticisi en ufak kusurunda bile onu ikaz eder, annesi durmaksızın cep telefonundan arayıp iyi olup olmadığını öğrenmeye çalışır şirkette ona ayrılmış yere üst düzey bir yönetici arabasını koyduğunda özürlü yerine biraz taşarak park ettiği için çekilen otomobili ciddi hasar görür işe taksiyle giderken cüzdanını kaybedip birkaç dakika geç gittiğinde, yöneticisi tarafından azarlanır. Bu bunaltıcı günün ardından John evine zorunlu olarak metro ile döndüğünde June (Matilda Price) ile karşılaşır.

Çılgın, uçarı, sadece sezgilerine güvenen, tehlikeli derecede canlı June, John’un taban tabana zıddıdır. İlk buluşmaları bir karşılaşma değil, çılgın bir patlama gibidir. Geleneksel şekilde değil, birbirlerini ateşe verircesine âşık olurlar ve bu alev, istikrara takmış bir toplumun tüm değerlerini, verimlilik ve saygınlık tutkularını yakıp kül etmeye başlar.

Kurulu düzeni alt üst eden June sayesinde kimsenin hayal etmeye bile cesaret edemeyeceği, kararları sadece kendilerinin vereceği kışkırtıcı ve gerçeküstü bir yaşama doğru yol alırlar. Bütün yol filmlerinde olduğu gibi fiziki yolculuğa John’un gerçekten yaşamayı öğrendiği bir içsel yolculuk da eşlik eder. Tutuk, düşünmeden yaşayan mutsuz John, giderek hayattan zevk almaya başlayınca 12 milyonluk bağış, paraşütle uçuş ve planladığı benzersiz evlilik töreniyle gerçek bir büyücüye dönüşür.

Giriştikleri inanılması güç ve çılgın serüvenin boyutu kesinlikle gerçekdışı, hatta fantastiktir. Besson bu metaforik yolculukla, hayatını kazanıp evin kirasını ya da ipoteğin taksitini ödemek için çabalayan, June ile John’un giriştiğinin tam tersini yapan seyirciye bir ayna tutmaya, “arada bir hayal de et” demeye çalışmaktadır.

Biraz salak, biraz da çocuksu bir hikâye mi ? Epey de klişe sayılır mı? Belki ama aynı zamanda çok da zeki. Örneğin kanserin plajda ağzı açık uyuyan bir insanın içine giren ve orada kendini yalnız hissedip kız arkadaşıyla aile kurarak üremeye başlayan bir yengeç (cancer yengecin Latince adı) olarak tarif edilmesi müthiş.

Bu klişe öyküyü canlandıran ikili sayesinde hikâye insancıl, sevecen bir boyut, izleyicinin içine işleyen bir gerçeklik ve sıcaklık kazanıyor. Eddy’le Price öylesine doğal ve inandırıcılar ki en mantık dışı anları bile gerçeğe dönüştürüyorlar.

Besson, anlatıyı iyice öne çıkarmak amacıyla o görkemli görselliğini geriye çekmeye karar vererek, filmi cep telefonuyla çekmiş. Bu da sadece görüntülere değil anlatının kendisine de daha inandırıcı bir kusurluluk katıyor. Tabii ki görselliği tam olarak da feda etmemiş. John’un Los Angeles’te işe gittiği ilk sekansla günümüz ABD’sinin felaket durumunu ustaca yansıtması ile az önce söz ettiğim uçuş ve düğün sahneleri tam Besson’luk.

Siz, Besson sinemasının tadına hiçbir zaman varamamış olan Amerikalıların, İMDB ve / veya Metascore’da verdikleri düşük puanlara bakmayın. Mantık dışını, çocuksu öyküyü, klişeleri de unutun. Kendinizi “June ve John”un sizi çağırdıkları rüyaya bırakın. Bırakın ki, tüm iş, aile, hukuk, hatta ruhsal ve bedensel sağlık kavramları giderek yok olsun ve sadece o şiirsel özgürlük duygusu kalsın…

Yönetmen / Senaryo : Luc Besson

Görüntü Yönetmeni : Tobias Deml

Kurgu / Müzik : Julien Rey

Oyuncular : Luke Stanton Eddy, Matilda Price, Ryan Shoos, Dean Testerman, Honey Lauren, Myles Cranford

Fransa / Romantik Komedi / 92 Dk.

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz