20.000 Arı Türü / 20.000 especies de abejas / 20.000 Species of Bees

20.000 Species of Bees, insani değerlerin oluşabilmesinde epey etkili bir film gibi görünüyor. En çok da önyargıların kırılmasında bir fırsat tanıdığı için her türlü seyirci tarafından izlenmeyi hak eden bir drama filmi olarak sinema sahnesindeki yerini alıyor.

OrtaKoltuk Puanı:

 

Dünya prömiyerini 73. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yapan ve 20.000 Arı Türü ismiyle Türkiye’de ilk kez 42. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen filmi, 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde izleme şansı bulduk. Yönetmenliğini Estibaliz Urresola Solaguren‘in yaptığı film, iki saate yayılan anlatımıyla büyülüyor.

Filmin kadrosu Patricia López Arnaiz, Ane Gabarain, Itziar Lazkano, Sara Cozar, Martxelo Rubio gibi İspanyol oyunculardan oluşuyor; ancak başrole hayat veren isim Sofia Otero‘nun seyirciyi sinema perdesine kilitleyen performansı unutulmayacak şekilde akıllarda yer ediniyor. Filmde Aitor’a hayat veren oyuncunun kız olması detayı düşündürücü gelse de, karakteri yansıtmadaki başarısı nedeniyle takıntı yapılacak ve eleştirilecek bir konu gibi görünmüyor.

Film ana materyal olarak 8 yaşındaki Aitor’un (Sofia Otero) biyolojik olarak erkek olmasına rağmen, kendisini kız gibi hissetmesini odağına alıyor. Anne ve babası dışında iki kardeşi daha olan Aitor, ailenin en karmaşık kişisi olarak karşımıza çıkıyor. Onu ilk gördüğümüzde kız çocuğu sanıyoruz, ancak diyaloglar ilerledikçe Aitor’un biyolojik cinsiyeti de ortaya çıkıyor. Saçları uzun, tırnakları ojeli olduğu için onu ilk bakışta kız olarak düşünmek normal. Hali hazırda kabullenilmiş cinsiyet rolleri sayesinde, insanların cinsiyetlerini anlamak için basit özelliklerin aynılığına bakarak bu kız bu erkek diye ayırmak mümkün. Zaten Aitor da kız olduğunun düşünülmesini istiyor. Arkadaşlarına kız olduğunu söylüyor. Kendisini Coco olarak tanıtıyor, ama söylediği bu masum yalanlar kısa sürede fark ediliyor. Ailesinin ona bir şeyleri öğretirken cinsiyet kalıplarına bağlı kalmamasına rağmen, tatil için gittikleri yerde yaşadığı kimlik buhranı her gün biraz daha ciddileşerek ayyuka çıkıyor.

Ailesindeki insanlar, henüz sekiz yaşında olan Aitor’un erkek olduğu halde kız olduğunu düşünmesine şüpheyle yaklaşırken; Aitor da kendisinin kimlik çatışması yaşarken diğer kardeşlerinin ya da arkadaşlarının bunu yaşamayışına anlam veremiyor. Ne diyor Schopenhauer : ”Herkes kendi görüş mesafesini dünyanın sınırları zanneder.” Görünenin ötesi çoğu zaman korkutucudur, ancak bilinmezliklerin üstüne gitmek ve sonucu ne olursa olsun sınırlarını zorlamak gerekir. O sonuçlar bazen etrafındakileri mutsuz etse bile…

Büyükanne Lita’nın kabul etmek istemediği ve bunun için Aitor’un annesi Ane’yi suçladığı cinsiyet konusunun yeni bir şey olmadığı bilinse bile, kendi başlarına geldiğinde ciddi sorunlar oluşturduğunu Lita karakteri aracılığıyla netlikle okuyabiliyoruz; diğer tarafta teyze karakteri Lourdes’in pozitif, ayrıştırmayan ve kabullenici tavrı da antitez bir formül gibi hikayenin umut verici tarafında konumlanıyor.

Arıcılıkla uğraşan ailenin, balı hayatlarının merkezinde konumlandırdığını her sahnede görmek mümkün. Arı yetiştiriciliği yaparken, arıları sadece iş olarak görmüyorlar. Arılar dünyalarının temelini oluşturuyor da diyebiliriz. Arının iğnesinin tedavide kullanılması, ürettikleri bal, baldan yapılan bal mumu sayesinde heykelcilik alanında çalışmalar yapmaları, arıları filmde hem gerçek anlamda hem de metaforik anlamda görmemize olanak tanıyor.

Doğayla iç içe çekilen filmde, doğanın tüm çıplaklığı kendisini Coco olarak tanıtan Aitor’a kimliğini bulmasında ve insanlara kim olduğunu anlatmakta cesaret veriyor. Doğanın iyileştirici gücü, cesaret veren tınısı Aitor’un kendi iç dünyasından çıkıp dışarıda sesini duyurmasında önemli rol oynuyor. Lourdes karakterinin Aitor’un ona arılar hakkında bilgiler vermesi, onunla doğada vakit geçirmesi ve onun kimliğini keşfederek dış dünyaya haykırmasında en etkili kişi olduğunu söylemek mümkün. Ane, Aitor’a sevgiyle ve anlayışla yaklaşsa da onun gerçek kimliğini inkar ettiğini görebiliyoruz. Bunu Aitor da hissediyor, dolayısıyla ona hayat veren kişinin onayı onun için epey önemli görünüyor.

Final öncesi sekansı filmin belki de en vurucu anlarından birini yaşamamızı sağlıyor. Katıldıkları vaftiz töreninde kızlar için hazırlanmış bir elbise giyen Aitor belki de ilk kez üstündeki kıyafetinden memnun olmuşken, ailesinin bazı üyeleri tarafından kabul görmeyince üzülerek, ama anlayışla üstündekileri çıkarıp erkekler için uygun görülen kıyafetleri giyiyor. Herkes mutlu şekilde dans ederken o her zamanki kimlik bunalımıyla baş başa kalıyor. Yaşadıkları sekiz yaşında bir çocuk için oldukça kafa karıştırıcı ve zor bir durumken, çareyi ortadan kaybolmakta buluyor. Aitor’un yokluğunu fark edip onu aramaya çıkıyorlar. ”Aitor!” diye seslendikleri sahnenin sonunun nasıl geleceğini seyirci olarak tebessüm ve gözyaşının eşlik ettiği hislerle anlıyor ve kabulleniyoruz. ”Aitor” ismini bir kenara bırakıp ”Lucia” diye seslenerek, onun kimliğini ilk kabul eden kişinin erkek kardeşi olduğuna tanıklık ediyoruz. Lucia isminin kardeşinden hemen sonra annesi tarafından kullanılmasıyla sessiz bir kabul ediliş sahnesi de yaşanmış oluyor. Bir bebeğin vaftiz töreninde dine kabul edilişi sonrası bir başka çocuğun asıl kimliğinin kabul edilişi de anlaşılır bir detay olarak filmde yerini alıyor.

Baba karakteri filmde en az yer bulan karakter denilebilir. Az olan ekran süresine rağmen oğlunun aslında kız olduğu fikrine en sert şekilde karşı duran kişilerden biri olduğunu anlıyoruz. Yine de finale doğru yaşanan kayıp sahnesinde Aitor’un sadece onlarla olması fikrinin öne çıkması ve cinsiyetinin önemsizleştiğini görmek umutlandıran bir ayrıntı diyebiliriz.

Film; LGBTİ bireyler için olduğu kadar, heteroseksüel kişiler için de önemli olmalı; çünkü toplumu oluşturan bireyler olarak çeşitliliği kabullenip, farklılıkların doğasına inanmak gerekiyor. Trans, gay ya da lezbiyen birinin ne yaşadığını, ne hissettiğini tam olarak bilmemekle birlikte sadece ayrıştırmanın ve ötekileştirmenin bireyde bırakacağı tahribatları anlamaya çalışmak bile yeterli görünüyor. Film, kimine göre düşmanlık yapılacak bir mesele olan cinsiyet karmaşasını bir çocuğun masum hislerinden yola çıkarak anlatma yoluna gitmiş ve bunu olabildiğince sade ve arthouse türünü yücelterek yapmış diyebiliriz. Kimlik çatışması söz konusu olduğunda, buna karşı çıkan kimseler bile sekiz yaşında bir çocuğu yargılamak konusunda hassaslaşabilir ve kullandıkları kelimeleri seçerken özenli davranabilirler. Kırıcı, aşağılayıcı davranmak yerine ”acaba?” düşüncesi akıllarında yer edinebilir. Öğretilmemiş bir cins kavramı tam odak noktasında dururken, bir çocuğun doğmadığı cinsiyette olduğunu hissetmesi önyargıları bile kırabilir.

Aitor olarak başladığı hayatına Coco olarak devam etmek isterken, yaşadığı tatsızlıklardan sonra artık Lucia isminde karar kılan karakter ona bu şekilde seslenilmesini istiyor; çünkü bazen hayat sana verilen isimlerden çok ötesidir. Bazen hayatını kurmaya ismini değiştirerek başlaman gerekebilir.

20.000 Species of Bees, insani değerlerin oluşabilmesinde epey etkili bir film gibi görünüyor. En çok da önyargıların kırılmasında bir fırsat tanıdığı için her türlü seyirci tarafından izlenmeyi hak eden bir drama filmi olarak sinema sahnesindeki yerini alıyor.

Yönetmen / Senaryo : Estibaliz Urresola Solaguren

Görüntü Yönetmeni : Gina Ferrer

Oyuncular : Sofía Otero, Patricia López Arnaiz, Ane Gabarain, Itziar Lazkano, Sara Cózar, Martxelo Rubio, Miguel Garcés, Andere Garabieta

İspanya / Dram / 125 Dk.

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz