Bacadaki Serçe / Der Spatz im Kamin
İstanbul 41.Uluslararası Film Festivali kişisel önerilerim 4
Alrın Lale Yarışması seçkisinde yer alan bu filmde, huzurlu bir doğanın ortasındaki aile evi acımasız bir psikolojik savaş alanına dönüşüyor.
1982 Aarberg doğumlu İsviçreli yönetmen, senarist, kurgucu, yapımcı, oyuncu Ramon Zürcher, Bern Sanat Üniversitesi’nde (HKB) resim ve video art eğitimi almış, Berlin Alman Film ve Televizyon Akademisi’nde (DFFB) film yönetmenliği okumuş. Berlinale Forum’da 2013’de dünya prömiyeri yapan ilk uzun metrajı “Das merkwürdige Kätzchen / Tuhaf Kedicik”, önemli uluslararası film festivallerinde gösterilmiş, çok sayıda ödül kazanmış. 2017 yılında tek yumurta ikizi Silvan Zürcher’le Zürcher Film yapım şirketini kurmuş ve ikinci uzun metrajı “Das Mädchen und die Spinne / Kız ve Örümcek”i kardeşiyle birlikte yazıp yönetmiş. Berlinale’nin “Karşılaşmalar” bölümünde dünya prömiyeri yapan film, En İyi Yönetmen Ödülü ile FIPRESCI Ödülü’nün ardından birçok uluslararası festivalde de ödüllendirildi.
Kardeşinin bütün filmlerinin yapımcısı olan Silvan Zürcher Bern ve Zürih üniversitelerinde felsefe, sinema çalışmaları ve Alman çalışmaları eğitiminin ardından Berlin Alman Film ve Televizyon Akademisi’nde (DFFB) film yapımcılığı okumuş. Bu yazının konusu olan “Der Spatz im Kamin / Bacadaki Serçe” de iki ikiz kardeşin yönetmen yapımcı çalışmasını aşan yakın birlikteliklerinin son ürünü.
İsimlendirilmelerinden dolayı Zürcher kardeşlerin “Hayvan Üçlemesi” olarak nitelendirilmiş bu filmlerin öykü olarak herhangi bir bağlantısı yok ama, üçü de, insan ilişkilerinin karmaşık dinamikleini ve bireyin grup içindeki kişilik arayışını kısıtlı sayıda kişi arasında irdeleyen, antik tragedyaların konu, yer ve zaman birliğine uyarcasına bir iki günde, birtek öykünün neredeyse tek bir mekânda anlatıldığı yapıtlar. Zaman-mekân yoğunlaşması insan ilişkilerinin derinine inme fırsatı yaratırken, “kapalı oturum” duygusu kaçıp kurtulunması imkânsız bir hapishaneye tıkılma izlenimi yaratıyor.
“Bacadaki Serçe”, iç açıçı bir doğanın içine oturtumuş varlıklı bir burjuva evinde geçiyor. Özgürce nefes alınabilecek, doğa içindeki havuzunda keyifle yüzülebilecek gibi duran dışarısından evin içine girildiğinde hemen bunaltıcı ve boğucu bir atmosfer hissediliyor.
Baskıcı annelerinden kalan evde Karen (bu karmaşık ve içe dönük karaktere müthiş incelikli bir yorum getiren Maren Eggert), kocası Markus (Andreas Döhler) ve çocuklarıyla birlikte yaşamaktadır. Markus’un doğm günü kutlmaları için kız kardeşi Jule (Britta Hammelstein), kocası Jurek (Milian Zerzawi) ve iki çocuğuyla eve gelir. Huzurlu, canlı, özgür Jule çocukluğunu geçirdiği ve her zaman nefret etmiş olduğu eve döndüğünde, yıllardır baskılanmış kırgınlıklar, gizli arzular ve sırlar su yüzüne çıkar, özellikle ölmüş anneyle bağlantılı karanlık anılar Jule’un otoriter Karen’e karşı isyanını körükler. Karen’in bir süredir annesiyle sorunlar yaşayan kızı Johanna (Lea Zoe Voss), oluşan husumeti fırsat bilerek teyzesinden yana tavı koyar, her fırsatta annesini kuşkırtır. Yemek yapma tutkunu, ustalıkla pişirdikleri ailece tüketilirken bir lokmasını bile ağzına atmayan 13-14 yaşlarında oğlu Leon (Ilja Bultmann) da annesine karşı çılmaya başlar ve giderek ev, Karen’i “devirme” amaçlı bir savaş alanına döner. Bu gerilimli grubu, birkaç aydır orman kenarındaki küçük evde yaşayan, her gün Karen’in köpeğini gezdiren gizemli Liv (Luise Heyer) tamamlar. Liv’in Markus ile, iplerinin aslında kimin elinde olduğu sonraları açığa çıkacak gizli bir ilişkisi vardır.
Her an süpernovaya dönüşebilecek bu takımyıldızın tek denge unsuru, eve epey geç gelen, kutlama sonrası da gidecek olan Karen’in sevgiyle yanaşabildiği tek kişi, her şeyin kırılmakta olduğunun bilincindeki büyük kızı Christina’dır (Paula Schindler). Her şeyin öfkeyle ve kimi zaman nefretle kırılmasının aile içinde doğru mesafelerin oluşması için belki de yıkıcı değil, yapıcı bir durumdur. Karen’in bir aile mirası gibi taşıdığı, annesinin yapılandırdığı işlevsiz yapıdan kurtulması, bu odaları ve eşyalarıyla canlı evin duvarlarından sızmakta olan bunaltıcı geçmişle hesaplaşması, yeniye yer açabilmek için geçmişi yok etmesi gerekmektedir…
İkinci yarıda film, giderek gerçekçilikten sürreel metaforik anlatıma doğru yol almaya, her dem mevcut psikolojik şiddet giderek fizyolojik şiddete, hatta o beklenmedik peynir rendesi sekansında olduğu gibi “gore” dehşete dönüşmeye başlar. Artık tek çıkış, yok edici arındırıcı bir oluşum, anka kuşu gibi srdından yeniden doğulabilecek bir yangındır…
En gencinden en az gencine tüm ekibin karakterleri kusursuz bir uyumla yorumladığı filme, üçlemenin tamamının görüntü yönetmeni Alex Hasskerl benzersiz bir görsellik katmakta, her açıdan çektiği, mutfak eşyasından alat edavatına ve mobilyasına her ayrıntısını görüntülediği ev, sahnelemenin asal kişilerinden biri olarak öyküye katılmaktadır.
Zürcher Film bünyesinde Silvan Zürcher’in yapımcılığını üstlendiği, Ramon Zürcher’in yazdığı, yönettiği ve kurgusunu yaptığı “Der Spatz im Kamin / Bacadaki Serçe”nin Türkiye Prömiyeri Festivalde yapılacak. Mutlaka izleyin derim.
Yönetmen / Senaryo / Kurgu : Ramon Zürcher
Görüntü Yönetmeni : Alex Hasskerl
Müzik : Balz Bachmann
Oyuncular : Maren Eggert, Andreas Döhler, Britta Hammelstein, Milian Zerzawi, Lea Zoe Voss, Ilja Bultmann, Luise Heyer, Paula Schindler
Almanya / Dram / 117 Dk.