Çat Kapı Aşk
Sinema tarihinin dönemsel ayırımları, akımlar üzerinden de yapılabilir. Örneğin, Fransa “François Truffaut“, “Claude Chabrol” gibi avangart sinemacıların katkısı ile “Yeni Dalga”yı; ülkemiz ise Metin Erksan, Halit Refiğ şahsında entelektüel yönleri de bulunan kimi isimler ile “Ulusal Sinema” gibi kendi içinde türdeş öğeleri barındıran, belirli estetik ve anlatım kaygıları taşıyan sinema akımlarını yaşadı. Buna çeşitli ülkelerden çok sayıda örnek vermek mümkün. Günümüzde ise manifesto barındıran akımlardan ziyade, “yönetmenler kuşağı” denilebilecek sinema yapılarını görüyoruz. Türkiye sinemasında romantik komedi filmlerini ise tarihsel süreçte bir yere oturtmak çok zor. Anglo-sakson menşeili olsa da, Avrupa’da da kimi örnekleri bulunan bu tarzın, son dönemde ülkemizde tıpkı cinli/perili filmler gibi benzer senaryo ve skeçlerin bütünlüğü şeklinde anlatım dili ile sıklıkla tekrara düştüğü, tesadüfler üzerinden beslendiği ve özgün bir yanının bulunmadığını gözlemlemek mümkün. Bunların çoğunluğunun “kitsch” nitelikte ve gittikçe de birbirini tekrar eden olay örgüleri ile yapısını kuran ve genellikle oyunculukta da pek iyi örnek sunamayan bir yapıda olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bahse konu bu sinema temsillerinin “slapstick” denilen, ilk nüvelerini İtalya’da “Commedia dell’Arte” olarak adlandırılan Rönesans sonrası halk tiyatro etkinliklerinde de gördüğümüz ve en önemli sinema temsilcisinin Charlie Chaplin olduğu, belirli anlık ve abartılı hareketlerle güldürmeyi amaç edinen akımla benzerliği olmadığı gibi, bir başka fenomen isim Louis de Funés’in absürd komedi örneklerinden de farklılık taşıdığı ortada.
Bu hafta gösterime giren filmimize gelirsek, 2017 tarihli yönetmenliğini Erhan Baytimur‘un yaptığı “Çat Kapı Aşk” filmi de maalesef belirtilenlerden muaf değil. Yönetmen Baytimur daha önce “Bordo Bereliler” seri filmleri ile adından bahsettirmişti. Son filmi Çat Kapı Aşk, bir mahkeme sahnesi ile başlamakta. Bu açılışla ana kahramanlarımızdan Aras’ın (Jess Molho) avukat olduğunu anlıyoruz. Kısa bir süre ekranda görünen Nedim Saban‘ın canlandırdığı kişi ile Ayten (Nergis Kumbasar) arasında bir boşanma davası görülmektedir. Aras, Ayten’in avukatıdır. Aras’ın aynı zamanda sürekli karşısındaki kişinin hareketlerini devam ettiren, obsesif benzeri rahatsızlığı olduğunu da ilk sekanslar olan duruşma salonunda, hakimin verdiği tepkilerden de anlıyoruz. Bu rahatsızlığı, ardından adliye koridorundaki yanlış anlamadan kaynaklı kavga sahnesinden de anlaşıldığı üzere mesleğinin gereğini yapmada da kendisine zorluk çıkartmakta. Devam eden sahnelerde de, geriye, çocukluğa dönüşle Aras’ın ne şekilde bu rahatsızlığa düçar olduğunu görüyoruz.
Bu hızlı geçişler bir bakıma seyirciyi filme dahil etme, onları yormadan hemen filme katma gibi kolaycılığı içeriyor. Daha sonra diğer ana kahramanımız Su (Müge Boz) filme dahil oluyor. Su, ne iş yaptığını bilmediğimiz, Galata civarında oturan, heykel sanatı ile ilgilenen bir kişidir. Her romantik komedi’de olduğu gibi yine kendisine yön veren kız arkadaşları bulunmakta. Kız arkadaşları sürekli selfie çeken, ellerinden telefon düşmeyen, yarım Türkçeleri ile arzı endam eden, orta sınıf üstü cafelerde boy gösteren, sürekli frambuazlı kekler yiyen tipler. Ancak bu kişiler yine karikatür kıvamında, hiçbir derinliği olmayan karakterler. Bunlar arasında yalnızca Hande (İpek Bağrıçak) ile Berna (Duygu Çetinkaya) hakkında kısmen fikir sahibi olabiliyoruz. Ancak edindiğimiz bilgiler arkadaşları ile o inanılmaz sıkıcı ve filmin bütününe de hakim olan yaş kompleksi içerikli ya da Berna’nın yabancı erkek takıntısı gibi filme hiçbir katkı sunmayan yavanlıkta. Yaş meselesine gelmişken, filmin fragmanlarında da geçen “otura otura otuz oldunuz” gibi filmin devamında başka örneklerini de göreceğimiz banal espriler ya da Su ile Berna arasında yaş mevzusunın arkadaşlarının da bulunduğu cafe ortamında geçtiği sırada küçük bir kız çocuğunun hiçte yıpranmış bir görünümü olmayan Su’ya “teyze yol ver, yaşlılık ne zor şey” gibi söylemleri o kadar doğallıktan yoksun ki, günümüz kitle sinemasının geldiği yer konusunda fikir vermek açısından film bu yönüyle belki izlenebilir.
Film esasında Su ve Aras’ın etrafında aşk örgüsünü kursa da, iki ana kahramanlı değil, eklemlenen bir ana kahraman daha var o da, Neriman isimli erkek bir Azeri. Neriman (Elməddin Cəfərov) filmde Su ile Aras’ın altlı üstlü oturdukları apartmanda hem kapıcı, hem de yönetici olarak çalışan, Azerice konuşan, Azerice’si nedeni ile yanlış anlamalara devamlı muhatap olan bir kişi. Bizimkiler dizisinin Cafer’i (Ercan Yazgan) gibi oldukça meraklı, geleni gideni gözetleyen, ama aynı zamanda oldukça çapkın yönleri bulunan birisi. Ancak film boyunca bu kadar antipatik ve dairelere izinsiz giren, Su’yun arkadaşlarını tavlamaya çalışan, hiçte komik olmayan bir kişinin nasıl filmin karakterlerince sempatik bulunabildiği ve aynı zamanda film boyunca örneğin bir barda nasıl bu kadar etkin konumda olduğu tam bir muamma.
Film, Su ile Aras arasında tesadüflerle başlayan, ancak Aras’ın hastalığı, Ayten’in takibi ile (sıklıkla örnekleri görülen kurye ve Karadenizli taksici takibi gibi sıradan bölümlerle) ve hiç de sürpriz barındırmayan bir son ile devam etmekte. Film türünün bence kötü örneklerinden. Öncelikle oyunculuklar iyi bir sınav verememekte. Daha önce herhangi bir başrol deneyimi olmayan Jess Molho, TV ve radyo sunuculuğu ile bildiğimiz bir oyuncu. Bir çok ses yarışmalarında da sunuculuk görevini icra ettiğini hatırlamamız mümkün. Bunun yanı sıra “Çocuklar Duymasın“, “Dadı“, “Çarli İş Başında” gibi televizyon dizilerinde de oynamıştı. Ancak Çat Kapı Aşk filminde inandırıcılıktan o kadar yoksun, doğal olmayan bir oyunculuğu var ki, filmin iddiasını taşıdığı ne romantikliğine ne de komedi kısmına bir katkı sunduğunu söyleyemeyiz. Aras’ın rahatsızlığının yaşantısına olan etkileri iyi bir oyunculukla sergilenmediği gibi, hangi yönleri ile Su’da tepkiye yol açtığı inandırıcı bir şekilde seyirciye sunulmuş değil.
Görece olarak daha iyi bir oyunculuk performansı sergileyen Müge Boz ise, özellikle reklam sektöründe adından söz ettirmekte. Ancak oyunculuk yanını da önemli dizi ve filmlerde sergilemişti. Bunlar arasında “Leyla ile Mecnun“, “Arka Sokaklar” gibi popüler diziler sayılabileceği gibi, “Bu İşte Bir Yalnızlık Var“, “Toprağın Çocukları”, “Karoğlan” gibi sinema filmlerinde de önemli rollerde kendisini görmekteyiz. Ancak bu filmde Su açısından uyumsuz senaryo kurulumu oyunculuğunda da bazı inandırıcılık problemlerine neden olmuş. Nasıl olmasın ki? Heykel sanatı ile uğraşan, masasında sanat kuramları kitapları bulunan, Attila İlhan‘ın o güzelim “Aysel Git Başımdan” şiirindeki hataları görüp ezbere okuyacak kadar kültürlü görünen Su’yun, nasıl olur da tek dertleri selfielerde iyi görünmek olan ve sade suya tirit sohbetler eden bir arkadaş grubu içinde saatlerini geçirdiği, tek sosyal ortamının onlar olduğu, onlardan akıllar aldığını anlamak mümkün değil. Hele bir de filmin başında, beyaz tüylü erkeğini bulma ya da apartmandaki cadaloz laflarının boğuştuğu yanlış anlamalı bölümler var ki, izlemeye sabır yetmez.
Filmde, Nergis Kumbasar‘ın canlandırdığı saplantılı karakterin oyuncuğu belirli bir dengede gitmekte iken, Aras’a danışmanlık yapan, son dönem romantik komedilerin olmazsa olmazlarından olan psikolog rolündeki İbrahim Selim’in de Aras ile yaptığı tedavi uygulamaları da komedi unsurundan yoksun. Lacan, Freud üzerine sohbet, macarena dansı, Su ile ilgili su’dan espriler de bu denilenlere dahil. Filmin bir diğer sıkıntısı da senaryo zaaflarının yalnızca oyunculukları etkilemeyip, aynı zamanda mantıksal bir kısım hatalara da yol vermesinde. Bu da Nesrin Zamur ve Deniz Güney İşintek’in senaryosundaki bir kısım özen eksikliğinin filmin aceleye geldiği şüphesini bende uyandırmasına yol açtı. Bunlar arasında örneğin filmin ilk sekanslarındaki boşanma davasında Nedim Saban‘ın hukuk mahkemesi duruşmasında davacı ya da davalı kısmında bulunmayıp, ceza davalarındaki sanık hizasında olması, yahut Aras’ın yakın arkadaşı rolündeki Saim’in (Erim Özşen) Aras’ın ilk öpüşmesi tarihi olarak 1989 yılını söyleyip, bunun da Fransız İhtilali’nden yüz yıl! sonrası olduğunu herhangi bir ironi ya da latife yaptığını hissetirmeden söylemesi gibi. Halbuki filmin örneğin “Tiffany’de Kahvaltı” filmindeki Audrey Hepburn‘dan bazı sahnelerin, (örneğin filmle de uyumlu balkon sahneleri kısmen filmde ele alınmış) televizyondan görünmesi gibi incelikleri işlemesi mümkünken, filmin ilk anlarında açığa çıkan, sürpriz barındırmayan senaryodaki yönleri buna ne yazık ki imkân tanımıyor.
Filmin kamera çekimleri belirli bir standartta, ancak ses kullanımı dış mekan çekimi yok denecek kadar az olduğundan çok hissedilmese de, bilhassa diyaloglarda oldukça rahatsızlık verecek boyutta olduğunu söylememiz gerekir. Filmde devamlı olarak ara geçişlerde Galata ve Kız Kulesi ile İstanbul’un dizilerde de sıklıkla görülen havadan görüntülenmesinin de artık filmlerin bir kısım eksikliklerini örtme amaçlı, miadını dolduran, dizi estetiği boyutlu uygulamalar olduğunu görmemiz gerekiyor. Teoman’ın seslendirdiği, söz ve müziği Özdemir Erdoğan‘a ait olan “Sevdim Seni Bir Kere“nin de yağmur altında ve klip formatında filme eklenmesi de şarkının güzelliğinin aksine filme katkı sunduğunu söylemek çok zor.
Sonuç olarak, gerek senaryo zaafları, gerekse de oyunculukları ile “Çat Kapı Aşk” filmi vasatlık sınırlarının üstüne taşamıyor. Filmi izlerken, sinemamız açısından latince “Quo Vadis? (nereye gidiyorsun)” söz kalıbı nedense sürekli iç sesimde tekrarlandı. İzleyip izlememek ise tüm bu söylenenlere karşın size kalıyor.