Çiçero

“Ayla” ve “Müslüm” yapımcısının yeni filmi “Çiçero”

Çiçero” filminin basın gösteriminden çıktığımızda, sevgili dost Atilla Dorsay ile film izlenimlerimizi paylaşırken yanımıza biz yaşlarda bir çift geldi. Atilla’yı tanıyan bu insanlar, ne kadar mutlu olduklarını, nasıl gurur duyduklarını uzun uzun anlattılar. Önce filmin sinemasal erdemlerinden bahsettiklerini sanmıştık ama, sonra aslında birer Türk olarak Çiçero ile gurur duyduklarını fark ettik. Gerçekten de filmde Çiçero, 2. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren, Almanya’nın bozguna uğramasında etkin payı olan bir kahraman olarak tanıtılıyor.

Filme geçmeden asıl Çiçero’yu bir tanıyalım.

1904’de varlıklı bir Türk asıllı ailenin oğlu olarak Priştine’de doğan İlyas (Elyesa) Bazna, Osmanlı İmparatorluğu doğduğu toprakları kaybettiğinde ailesi ile İstanbul’a gelir. Hırsızlık, askeri mala zarar verme ve firar gibi suçlara karışır, Fransız savaş mahkemesi tarafından 3 yıl hapse mahkûm edilerek Fransa’da hapis yatar, orada öğrenmiş olduğu Fransızca sayesinde önce Yugoslavya büyükelçisinin şoförü, sonra sırasıyla Almanya konsolosluk danışmanının uşağı, İngiltere büyükelçiliğinin birinci kâtibinin ve en son olarak da İngiltere büyükelçisinin özel uşağı olur. 1943 ve 1944 yıllarında, İngiltere Büyükelçisinin kişisel kasasından aldığı çok önemli belgelerin fotoğraflarını belirli aralıklarla Almanya Büyükelçiliğine satar ve toplamda üçyüzbin sterlin para alır. Almanların “Çiçero” kod adı verdiği bu ajanın aktardığı belgeler önemli bilgiler içermesine rağmen, çift yönlü çalıştiği şüphesiyle, çoğu zaman ciddiye alınmaz. Bunların arasında bulunan Normandiya çıkartmasıyla ilgili “overlord” adlı çok gizli belge, Hitler tarafından aldatmaca kabul edilerek önemsenmediği içindir ki çıkartma başarıya ulaşmıştır.

Çiçero savaş bittiğinde, çatışmalar sırasında sakladığı paraları kullanmaya yeltenince, ödemelerin Almanların İngiliz ekonomisini çökertme maksadıyla çıkardıkları sahte banknotlarla yapıldığı ortaya çıkar. Parasız kalan Bazna anılarını yazdığı kitaptan bir miktar maddi gelir elde eder ve mahkemeye verdiği Alman yönetiminden oturma müsaadesi ve küçük bir maaş koparır. Almanya’ya yerleşen İlyas Bazna’nın orada yoksulluk içerisinde 66 yaşında öldüğü bilinmektedir. Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından yazdırılan “MİT’in Tarihçesi” adlı kitapta, MİT tarafından, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesi engellemek amacıyla çok yönlü kullanıldığını ima eden bir ifade de yer almaktadır ama, sonuçta İlyas Bazna, dünyayı kurtaran değil, sattığı bilgiler burnundan kıl aldırmayan Alman İstihbaratınca ciddiye alınsaydı dünyayı batırabilecek bir adamdı.

“Sinema” dediğimiz olay, fiilen belgesel olarak bile çekilse, kendi gerçeğini kendi içinde taşıdığından, şimdiye kadar anlatılanların “Çiçero Olayı”nı tarihsel yerine oturtmak haricinde amacı yoktur. “Bohemian Rhapsodi”de anlatılan kimi olay tam olarak öyle yaşanmadığı için “yuh be!!” demenin de, “Inglorious Basterds”da, “Hitler böyle ölmemişti” diye iddia etmenin de abesle iştigal olduğunun bilinciyle, bir kurmaca olan bu filmdeki Çiçero karakteriyle filmde yaşananların ne derecede doğru olduğu bu yazının konusu değil tabii ki. Ancak, ortada Türk olarak gurur duyulacak birileri varsa, o da para için belgeleri satan bu ajan değil, parlak görselliğiyle, inandırıcı savaş sahneleriyle, fazla gıcır gıcır dursa da, 1940’lı yılların Ankara’sını başarıyla ver edişiyle, giysilerinden kadınların saç modellerine, dört dörtlük bir dönem filmi kotaran Mustafa Uslu ve ekibidir.

Gelelim “Çiçero” filmine. Görsellikten başladık, bu yolda devam edelim. Dönemin kimi mekânlarının halen mevcut olanlarım kullanılarak oluşturulması çok başarılı. Renkler, kadrajlar etkileyici, yukarıdan çekilmiş arabayla takip sahnesi dört dörtlük. Sanat Yönetmeni Soydan Kus, Kostüm Tasarımcısı Baran Ugurlu ve Görüntü Yönetmeni Peter Steuger özel birer tebrik hak ediyorlar. Haydi dönemle, daha doğrusu o yılların meyhane adabıyla ilgili küçük çapta bir eleştiri yapayım: “aslan sütü” diye adlandırsalar da Türkler o zamanlar rakıyı genellikle susuz yudumlar, arkasından bir miktar su içerlerdi. Rakıyı su katarak içmek 1950’li yılların ortalarında başlamış bir uygulamaydı.

Benim asıl takıldıklarım Gürkan Tanyaş’ın senaryosu ile ilgili konular.

Birincisi, belgelerin elde edilmesinden İlyas ve Cornelia arasındaki aşk hikâyesine, İlyas ile August ilişkisinden August’un kurtarılmasına, bütün olaylar, inandırıcılığı şüphe götürmeye başlayan bir kolaylıkla gelişiyor. İlyas’ın İngiliz büyük elçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’in sırtını sabunlarken kasa anahtarının kopyasını çıkarması çok gerçekçi ama, adamın birkaç metre ötesinde o kasa dururken belgeleri yanındaki çantada muhafaza etmesi ve İlyas’a zorluk çıkarmamak içim üzerine ölü toprağı serpilmişçesine derin uyuması hiç inandırıcı değil. Düşen bardak, gaz odasına son dakikada yetişme, sahte paraları takipçileri engellemek için sokağa saçma gibi ucuzluklara da hiç gerek yok.

Metindeki ikinci sorun derinlikten yoksun ve tiplemeyi aşamayan tek boyutlu karakterler.

Çok iyi bir oyuncu yönetmeni olan, sinemamızın ödüllü ustalarından Serdar Akar, bu sebeple yüzeysel karakterlere boyut kazandıramıyor. Sinek kaydı tıraşı, boyalı saçı ve bıyığı, süper ifadesiz yüzüyle Erdal Beşikçioğlu’nun film boyunca “ben burada ne yapıyorum” der gibi bir ifadesi var. En başarılı oyuncular, tam bir fraulein’a dönüşen Burcu Biricik, kötü niyetini yüzünde taşıyan Murat Garibağaoğlu, dört dörtlük İngiliz Büyükelçisi yorumuyla Tamer Levent ve harika kompozisyonunu düzgün İngilizcesiyle pekiştiren Ertan Saban. Epizodik rollerin seçiminde de ilginç karşıtlıklar var. Örneğin Churchill ve Atatürk müthiş ama Hitler ve İsmet Paşa felaket.

İnsan ırkının “sağlıksız” ve “kötü” bireylerinin ayıklanması yoluyla ıslahını, “ikinci sınıf” insanların çoğalmasını önleyerek “ari ırk” yaratılmasını öngören Nazi ideolojisi, bu ötekileştirme politikasını Yahudilere, Çingenelere, Rejim Muhaliflerine, Eşcinsellere ve özürlülere yayarak çağcıl tarihin en büyük soykırımlarından birini yapmıştı.

Filmde beni müthiş rahatsız eden, Holokostu ve Nazi ayırımcılığını neredeyse münhasıran Down Sendromlu çocukların üzerine aktararak yapılan duygu sömürüsü oldu. Ayrıca yakın bir arkadaşımızın Down Sendromlu çocuğunu tanımış ve çok sevmiş biri olarak, filmin genel yüzeyselliğinin bu konuya da aksettiğini üzülerek fark ettim.

Filmin tanıtımının yapıldığı medyada Joseph L. Mankiewicz’in 1952 tarihli “5 Fingers / Ankara Casusu” filmininin Çiçero’nun anılarından esinlenerek yapıldığı, ki bu doğru, ve “Çiçero” filminin bu konuda Türkler tarafından yapılan ilk çalışma olduğu yazılıyor ki, bu yanlış. Çiçero konusunda yapılmış ilk film, yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını Mehmet Muhtar‘ın yapmış olduğu, “Ankara Casusu Çiçero” adlı 1951 yapımı Türk filmidir.

Sonuçta, erdemleri ve kusurlarıyla ilginç bir dönem filmi. Karar sizin..

OrtaKoltuk Puanı:

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz