Festival Günlükleri 3
Bu yazımda Festival seçkisinde yer alan Fransız Sinemasının üç ilginç örneğinden söz edeceğim.
“LE LYCEEN / LİSELİ”
Fransız “auteur” yönetmen, romancı, oyun yazarı ve yönetmeni Christophe Honoré, birçok filminde, yoksunluk, yakınını kazaen ya da çok genç yaşta kaybetme, ruhsal ve bedensel tutkulu ilişki gibi kimi kişisel geçmişinde yaşamış olduklarına, “Les Chansons d’amour“, “Les Bien Aimés“, “Plaire, aimer et courir vite” gibi filmlerinde yer vermiştir. Yazıp yönettiği son filmi “Le Lycéen / Liseli”, bu kişiselleştirme çabasını bir adım öteye götüren, 20 yılı aşkın sinema kariyerinde yapmış olduuğu en otobiyografik çalışma.
Filmde yeniyetmeyken kaybettiği babasını da canlandıran Honoré, başkişisi Lucas (Paul Kircher) aracılığıyla, bir yakının ölümünün büyüme çağının tasasızlığını ve sorumsuzluğunu nasıl altüst ettiğini, yalnızlığa giden yolu nasıl açtığını anlatır.
“Liseli”, babasını bir otomobil kazasında kaybeden 17 yaşında taşrada (Chambéry) yaşayan lise öğrencisi Lucas’ın yaşamının hem ergenlik sorunlarının hem büyük kaybının etkisiyle çığırından çıkışını, yüksek sesle düşünür gibi anlattığı, başına gelenleri anlamlandırmaya çalışmasının ve kendini keşfetmesinin hikâyesi.
Yatılı okuluna dönmeden önce kafa değiştirmek için, bir haftalığına abisinin yaşadığı Paris’e giden Lucas, teselliyi önce cinsel doyumda arıyor. Epey açık seçik ve biraz fazla sayıda cinsel ilişki sahnesi, Eros (Aşk) ve Thanatos (Ölüm) ilişkisini tek ve aynı kişilikte karşı karşıya getirerek, birbirini tahrip eden bu iki kavramın aslında birbiri sayesinde var olduğunu, ancak ölüm olduğu için doya doya yaşamanın mümkün olduğunu açığa çıkarır.
Honoré çocuklukla erişkinlik arasında kalmış Lucas’ın yolunu bulma çabasını, filminin temposunu aynen yeniyetmenin yaptığı gibi, hızlandırarak ya da yavaşlatarak, enerji patlamalarının ardından takatsiz kalarak, kimi zaman geveze, kimi zaman sessiz, ama her dem müthiş duyarlı bir anlatımla aktarır.
Filmin her karesinde yer alan, Lucas’a getirdiği müthiş etkileyici ve inandırıcı yorumuyla 2022’de San Sebastian’da ve Cinemania’da (Kanada) En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini bileğinin hakkıyla kazanmış olan, Paul Kircher, bizim güzel atasözümüz “armut dibine düşer”in fiilen tanığı. 30 aralık 2001 doğumlu genç oyuncu, Kieslowski’nin filmleriyle tanımış olduğumuz müthiş İsviçreli aktris Irène Jacob ile dneyimli Fransız oyuncu eşi Jérôme Kircher’in oğlu.
Lucas’ın bedensel ve ruhsal yolculuğuna hepsi de çok sağlam çizilmiş, müthiş ustaca yorumlanmış birkaç yan karakter eşlik eder: ham haşin hem müşfik abisi Quentin (Vincent Lacoste), yaşadığı felakete karşın güçlenmeye çalışan annesi Isabelle (her daim olağanüstü Juliette Binoche) ve ileride yaşayacağı aşkların simgesi, abisinin arkadaşı sevecen Lilio (Erwan Kepoa Falé).
Sonuç olarak Honoré’nin kendi ifadesiyle her şeyden önce bir aşk hikâyesi, bir melodram değil ama aşkı umut eden bir film olduğunu belirttiği “Liseli” yazar yönetmennini kimi başyapıtının düzeyinde olmasa da çok başarılı ve etkileyici bir film. Kaçırmayın derim.
(****)
11 Nisan Kadıköy Sineması, 18 Nisan 21.30 Atlas 1948.
LES ENFANTS DES AUTRES / BAŞKALARININ ÇOCUKLARI
1980 doğumlu Fransız yazar yönetmen Rebecca Zlotowski’nin beklenmedik hamileliği sürerken çektiği son derece kişisel, samimi bir özlem ve aidiyet hikâyesi,.
“Les enfants des autres / Başkalarının Çocukları” kendi anne olmayan bir üvey annenin hikâyesi.
40 yaşındaki Rachel (Virginie Efira) çalıştığı lisedeki öğrencileri, arkadaşları, eski sevgilisi ve gitar dersleriyle dolu hayatından memnundur. Çocuksuz Rachel, karısından ayrılmış olan Ali’ye (Roschdy Zem) âşık olduğunda, onun dört yaşındaki kızı Leila’ya da bağlanır, onunla ilgilenir, onu kendi çocuğu gibi sevmeye başlar.
Ali’nin eski karısı Alice (Chiara Mastroianni)le de dostane bir ilişki kurmuş olan Rachel’in düzeni, Alice, kızlarının hatırı için eski kocasıyla tekrar birleşmeyi teklif ettiğinde alt üst olacaktır.
(***1/2)
İyi yazılmış, iyi sahnelenmiş, çok da iyi oynanmış, dokunaklı, sımsıcak bir film. Yakında vizyona girecek. Keyifle izlenebilir.
“MON CRIME / SUÇ BENDE”
François Ozon’un yeni filmi “Mon crime / Benim Suçum”, o dönemin uçuk kaçık Amerikan komedilerinden esinlenen, 1935 Fransa’sında geçen müthiş eğlenceli bir “film noir” parodisi.
Genç, güzel, beş parasız ve yeteneksiz aktris Madeleine Verdier (Nadia Tereszkiewicz), ünlü bir yapımcıyı öldürmekle suçlanır. Kendi gibi genç en yakın arkadaşı, işsiz avukat Pauline’in (Rebecca Marder) önerisiyle, Madeleine, işlemediği suçu kabul eder ama, kendini, eylemiyle takdir edilmesi gereken bahtsız bir kurban olarak sunar. Etraflarında dönen erkeklerin aptallıkları ve saflıkları sayesinde Madeleine beraat eder ve ikili şan şöhret basamaklarını tırmanmaya başlar. Ta ki gerçek katil ortaya çıkıp Madeleine ile Pauline’e “hakkını istemek” amacıyla şantaj yapmaya başlayana kadar…
1930’larda yazılmış bir oyundan yola çıkan Ozon metni, erkek egemen toplumun baskısından kadın haklarına, hukuk ile adaletin görülemeyen çelişkisine, sataşmadığı toplumsal ve kişisel öge kalmayan hızır mı hınzır bir taşlamaya çevirir.
Fransa’nın süper yıldızlarının epizodik rollerde göründüğü bu ışıldayan ve çılgın komedinin beklenmedik bir de sürprizi var. Filmin ortalarında karşımıza çıkan eşsiz Isabelle Huppert, Kadraja girdiği andan itibaren harika yorumuyla filmi sırtlanıyor.
“Benim Suçum”, yılların dramatik oyuncusu Huppert’in müthiş komedi yeteneğini açığa çıkardığı performansı için bile izlenmeye değen, müthiş komik ve saldırgan bir taşlama. Kaçırmayın derim.
(****)
10 ve 19 Nisan 19.00 Atlas 1948, 10 Nisan 21.30 Kadıköy Sineması, 11 Nisan 19.00 Fransız Kültür Merkezi, 11 Nisan 21.30 Cinewam City’s 7 ve yakında vizyonda.