Kara Torba Operasyonu / Black Bag
Casusluk anlatısında ezber bozuluyor
Steven Soderbergh’in klasik casus filmlerindeki peş peşe patlayan aksiyon setlerini kenara bırakıp, casusluk anlatısının ezberini bozması başlı başına bir risk. Bond göndermesi sayılabilecek Pierce Brosnan’ın az süreli ama etkili şefiyle, türün özelliklerine (belki de klişelerine) ne kadar hâkim olduğunun doğrulaması. Ortaya çıkan iş ise iyi ki bu riski göz almış dedirtiyor. İzlenmeli.
Bu filmi çok sevdim; perdenin kararmasından sonra bile, ancak “net estetik” bir sanat ürünüyle haşır neşir olmanın verebileceği o hazla yerimden kıpırdamadım. Böyle davranan tek ben de değildim salonda. Kimi film, kamerası sağa sola koşuşturmadan, renk paleti gözümüzü almadan, müziği yükselmeden de pekâlâ gösterişli olabilmekte. Kara Torba Operasyonu (Black Bag) işte böyle bir film. Film boyunca estetik bir titizliğe tanık oluyoruz. Casus filminden beklenen o gösterişli aksiyon sahneleriyle değil; perdedeki görüntünün kendisinin nasıl gösterişli olabileceğini enine boyuna hesap etmiş bir titizlik bu.
Ocean’s serisinden iyi tanıdığımız Steven Soderbergh, Peter Andrews takma adıyla görüntü yönetmenliğini de üstlendiği filminde, sözün özü : çerçevesiyle döktürüyor. Filmin bel kemiğini oluşturan uzun iki yemek sahnesinden, sinema dersleri için “kamera–ışık–içerik ilişkisi ve yönetmenin arzusu” başlıklı bir alt okuma çıkarılsa yeridir. Oyuncunun omzundan, bazen göz hizasından bakan kamera; ışığın yansımaları, kırılmaları, açıları (örneğin son yemekteki o yukarıdan inen sorgu ışığı), yönetmenin tekinsizlik hissini üstümüze çoğu zaman “usulca” boca etmek arzusundan. Soderbergh sık sık görüntünün keskinliğini yumuşatıyor. Kamera, konuşan yüzü netleştirip geride kalan dünyayı flulaştırınca (yumuşak odak), karakterlerin gizlediklerine bakar oluyoruz. Renk düzeltmesinde, parlak ışıltıların beyaz yerine krem sarı titreştiği anlarda ise sofradaki gerilimin ateşi sessizce harlanıyor.
Filmde diyaloglarda açıkça söylenen “yalancı” casus karakterler üzerinden evlilik, ilişki, kariyer, inanç gibi insani meselelerin, netlik ve bulanıklıkla yatırıldığı masada biz de artık birer casusuz. İşimiz havalı casus dünyasını, karakterlerin göz boyayan ahlakını yarı düş yarı gerçek odakla eleştirmek. İstersek. Bu istemek konusunu sırası gelince aşağıda açacağım. Renk paleti, titizliğin bir başka katmanını oluşturuyor. Soğuk-sıcak tonlar arasındaki bilinçli gerilim, camgöbeği-maun kahvesi karşıtlığı dumansı griler, küllü maviler ve koyu maun kahveler, bir yanda ilişkilerdeki ya da o karedeki çatışmanın kıvılcımlarını öte yanda casus zihnin mesafeli duruşunu destekliyor.
Londra’nın gri gölgeleri, Zürih’in nispeten açık hava ortam gibi görünse de binalarla çevrelenmiş meydanı yine mesafe sunuyor. Beyaz, şampanya rengi ipek kostümleriyle masumiyet maskesi perçinlensin istenen karakterde Kate Blanchett’in hınzır oyunculuğunu izlerken ya da Soderbergh’in yavaş sandığımız ama sürükleyici temposunda kendimizi kaptırmış giderken, tüm bunları görebilirsek ne iyi. Çünkü yumuşatılan görüntülerle, netliğin ve bulanıklığın iç içe geçtiği, seyircinin bir yakınlaşıp bir geri çekildiği bu estetik dünyada, yönetmenin set ışığı, filtre seçimi ve renk zamanlamasındaki tutumu bir kararsızlık hali yaratıyor. Renkler etik bir bulanıklığın da parçası haline geliyor. Bu yüzden, bu çok iyi kotarılmış, rafine işe izleyici bakarken kendi bakışını da sorgulayarak yaklaşmalı.
Filmin müzik dili de görsel dili kadar titizlikle çalışılmış. David Holmes, klasik cazı analog bant döngüleriyle örerken, kimi sahnelere hafif bir cızırtı, kimi anlara kırık çalınan bir trompet sesi yerleştiriyor. Hammond orga karışan eski usul tıkırtılar, bir anda 1970’lerin istihbarat arşivlerine ışınlanıyoruz ama pek de bundan haberimiz yok. Çünkü film yavaş görünmesine rağmen çok sürükleyici. Film boyunca yakalamak için yükselmeye ihtiyaç duymayan soundrack, finalde de bizi yerimizde tutmak için telaşa kapılmıyor. Çünkü jenerik müziği “I’ve Been Played”in sezdirdiği tanıdıklık hissi ama daha çok verdiği tamamlanmışlıkla koltuğa mıhlanıyoruz. Salon ışıkları yanana değin de yazımın başında dediğim o estetik hazzı içeri iyice yerleştirmemize zemin oluyor. Işıklar yanıyor, ses kalıyor anlayacağınız. Tıpkı Haldun Taner’in Sersem Kocanın Kurnaz Karısı oyunundaki Fasulyeciyan’In repliklerindeki gibi. “Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz, fısıldaşır dururlar sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır. Perde.”
Evet, perde. Seyircisini beyazperdede değil de bir tiyatro sahnesinin ön sıralarında hissettiren de bir filmden söz ediyoruz. Özellikle daha önce sözünü ettiğim iki uzun yemek sahnesi, bir oda tiyatrosu hissini geçirirken, psikoloğun odası, göl, Zürih meydanı, aslında neredeyse tüm film sekansları iyi kotarılmış bir tiyatro oyununun perde ya da tabloları gibi. Zaten jenerik müziğinin etkisi de bir tiyatro oyununun final müziği gibi sarıyor insanı. Beyazperdede değil de bir tiyatro sahnesinin ön sıralarında hissettiren film, sinemanın hareketli anlatı dilini yavaşlatıp, sahne düzeninin dikkatli ritmine teslim ediyor izleyicisini. Soderbergh’in kurduğu mesafe ise, seyirciye karakterle özdeşleşme alanı bırakmıyor, onu olaylara yakınlaştırmıyor ama dışarıda da tutmuyor. Belki de yönetmen, izleyiciyi özdeşlikten uzak tutarak Brecht’in “yabancılaştırma” dediği o eleştirel mesafeyi kurmak istiyor. Filmin tiyatroya bu kadar yakın durmasının bir nedeni de bu olabilir. Ama emin değilim. Bir şeyden eminim: Öyle bir yapım ki, etik sorgusunu yapmadan övmek, söylediği her şeye, sessiz kaldıklarına ve söylemediklerini neden söylemediğine evet demeye gelecektir.
Görevle evlilik, güvenle şüphe, kişisel olanla kurumsal çatışması var gibi görünen film, Britanya istihbaratında çalışan George’un, “Severus” adlı yüksek riskli bir siber silahın sızdırılmasından kimin sorumlu olduğunu araştırmasıyla açılıyor. Şüphelilerden biri, kendi eşi Kathryn. Bir akşam yemeği, bir eş ve dört şüpheli meslektaş; bir masa ve sözcük çemberinde dönen dolaplar. George, kurallara sadakati içselleştirmiş, düzenin koruyucusu. Kathryn ise bir soru işareti. Masadaki diğerleri —Ash, Clarissa, Miles ve Atwood— yalnızca George’un değil, izleyicinin de güvenini sınamaya gelmiş. Her biri mesleki kimliğinin olanaklarından faydalanıyor ama kişisel —egosal da diyebiliriz— halleriyle, deyim yerindeyse “takılıyor”.
Film boyunca maskeler düşmese de oradan buradan yırtılıyor. Sonuçta da Kara Torba Operasyonu, binlerce insanın yaşamını etkileyebilecek bir kriz karşısında (evlilik, ilişki, kariyer, ideoloji, inanç gibi) kişisel çıkarlar uğruna bireylerin hangi değerle hareket ettiğini değil, hangi değeri ne zaman askıya aldığını sorgulatıyor. Ama bu sorgu bir amaçtan çok yan etki gibi beliriyor. Yönetmen, karakterleri ne yargılıyor ne aklıyor. İzleyiciye bıraktığı mesafeden yalnızca bakmak değil, düşünmek düşüyor gibi görünse de, çoğu zaman düşündürmek yerine hayran bırakıyor. Belki de tam bu noktada bir soru doğuyor : Estetik bu denli kusursuz işlendiğinde, etiğe ne oluyor? Çünkü filmin bu etiği pek dert edindiğini düşünmüyorum. Ya da dert ediyor ama güzellik doğruyu silikleştiriyor.
Steven Soderbergh’in klasik casus filmlerindeki peş peşe patlayan aksiyon setlerini kenara bırakıp, casusluk anlatısının ezberini bozması başlı başına bir risk. Bond göndermesi sayılabilecek Pierce Brosnan’ın az süreli ama etkili şefiyle, türün özelliklerine (belki de klişelerine) ne kadar hâkim olduğunun doğrulaması. Ortaya çıkan iş ise iyi ki bu riski göz almış dedirtiyor. Yine de ben şahsen o göz alıcılığın teslimiyet sınırında durmak, çekiştirilmekten orası burası görünen gerçeğe bir adım da geriden bakmayı yeğlemeyi öneririm. Sanata evet.
Yönetmen : Steven Soderbergh
Senaryo : David Koepp
Görüntü Yönetmeni : Steven Soderbergh
Müzik : David Holmes
Oyuncular : Michael Fassbender, Cate Blanchett, Tom Burke, Marisa Abela, Regé-Jean Page, Naomie Harris, Pierce Brosnan, Orli Shuka, Alex Magliaro, Gustaf Skarsgård, Kae Alexander, Ambika Mod, Martin Bassindale, Daniel Fearn
ABD / Casusluk-Gerilim / 93 Dk.