Bizleri atalarımıza bağlayan hat toprağın altında keşfedilmeyi bekler ve kazıcılar o kuşağı bulup çıkardığında yer ile gök arasında gökkuşağı oluşur, neslimizin rengarenk olduğunu o vakit daha iyi görürüz. Bu durumda yeraltı geçmiş, yerüstü şimdiki ve gökyüzünün gelecek zaman olduğunu düşünecek olursak kuşağın çok muazzam bir anlamı olduğunu fark ederiz…
Arkeoloji zamanın tozunu atar…
“The Dig” zamanın tozunu atıyor.
Ehil oyuncuların elleriyle…
Schindler’in Listesi ile kariyerine başlayan ve İngiliz Hasta ile gönüllerimize taht kuran Ralph Fiennes ve eleştirisini yazdığım Yangın Yeri filmi ile tanıdığım kadın aktris Carey Mulligan iki esaslı oyuncunun elleriyle…
Gerçek bir hikayeden ve John Preston’un aynı adlı romanından uyarlanan film sadece toprağı kazmıyor aynı zamanda insanı kazıyor ve “hiç” olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor. Zira insanın yer altında bir zerresi bile kalmazken onların kullandıkları bir kupanın parçası, parası, kabı-kaşığı kısaca eşyaları kalıyor ve o eşyaların sayesinde karanlık yanlarımızı aydınlığa çıkarıyoruz…
Hitler’in bıyığı da tarihe kazınmaya başlıyor.
Tarih 1939’dur.
Savaş uçakları havada talim yaparken yer kazılmaktadır…
Çünkü bu, “girilecek o batasıca savaştan çok daha kalıcı bir şeydir,
Yoksa bütün ülke savaşa hazırlanırken neden toprak eşelensin?” “Sonraki nesiller nereden geldiklerini bilsinler” diyedir.
Paradoksal bir durumdur aslında; savaş yok etmeye çalışırken toprağın altında geçmişini aramak…
Ama insanın tutkuları bazen her şeyin önüne geçiyor.
Edith Pretty dokuz yaşında oğlu ile yaşayan duldur. Arazisinde eskiye dair kalıntılar olduğunu düşündüğü için kazı yapmaya karar verir; bunun için tabiri caizse alaylı arkeolog olan ve o yörede yaşayan Basil Browne ile anlaşır. Günlük ücretle toprak kazıyan Browne işinin ehlidir ve toprağın durumuna bakarak nerede kalıntı olduğunu anlayan kişidir. Öyle ki hangi toplumun yaşadığını bile varsayımlardan çıkarır. Önceleri Vikinglere ait kalıntı bulacaklarını düşünülürken Basil Browne buradan Anglosakson’ların geçmişinin çıkacağını söyler; nitekim sıkı bir kazı çalışmasının ardından bir gemi mezarlığına rastladığında bunun Anglosaksonların gemisi olduğunu anlar. Gemi bulunduktan sonra Britanya hükümetinin resmi görevlisi olan arkeolog Charles (Ken Stott) beraberinde bir grupla gelir, iyi iş çıktığını gören Charles Basil’i ekarte etmek isteyerek kendi başarısı olarak lanse etmek ister. Fakat Editt buna izin vermeyecektir…
Yağmacı ve takasçı oldukları düşünülen Anglosaksonların sanat eserlerini ve paralarını bir bir ortaya çıkarırlar.
Bu kazı öyküsünün etrafındaki insan trajedileri her zamanki gibi sahnededir gene…
Babasını kaybetmiş annesini de kaybedecek bir çocuğun,
Çok yakında öleceğini bilen bir kadının
ve asıl önemlisi 2. Dünya Savaşı ile dünyanın trajedisi…
Askere gidecek genç erkeğin” gelecek yıla sağ olacak mıyız”diyerek sokakta sevgilisini öpmesi en acıklı durumlardan biri olsa gerek.
Ve aşk! Her yerde; savaşta bile.
Sonradan kazı grubuna dahil olan Peggy (Lily James) evliliğinde mutluluğu bulamayınca Edith’in yeğeni (havacı olarak askere gidecek) olan Rory’e(Johnny Flynne) öleceğini bile bile aşık olması nasıl açıklanır?
Ernest Hemingway’in “Silahlara Veda” romanını nasıl hatırlamayalım şimdi.
Özetle, kazı dekorunun içinde ölüm, savaş, aşk tragedyası oynanırken; çukurdan çıkarılanların yerine gömülenleri hatırlıyoruz. Yani insanlığın karanlığı aydınlığa çıkarken, aydınlığı de karanlığa gömülüyor…
Yönetmen : Simon Stone
Senaryo : Moira Buffini
Görüntü Yönetmeni : Mike Eley
Kurgu : Jon Harris
Müzik : Stefan Gregory
Oyuncular : Ralph Fiennes, Carey Mulligan, Lily James, Arsher Ali, Johnny Flynn, Ben Chaplin, Ken Stott, Monica Dolan
İngiltere / Tarihi-Biyografi-Dram / 112 Dk.