STEVE MCQUEEN’İN OLAĞANÜSTÜ BBC DİZİSİ
“Small Axe / Küçük Balta”
Sinema kariyerinin başlarında adını “Hunger” ve “Shame” gibi filmlerle duyurmuş olan, “12 Years A Slave” ile “En iyi Film Oscarı Alan İlk Siyah Yönetmen” unvanını kazanan Steve McQueen’i bir kısım seyirci özellikle bu oscarlı filmi yüzünden Amerikalı sanır. Halbuki, 1969’da Londra’da doğan Steve Rodney McQueen, West İndies / Batı Hint Adaları kökenli bir İngiliz’dir.
BBC için çektiği, Kasım 2020’den itibaren BBC One ve Amazon Prime’da yayınlanmakta olan beş filmlik “Small Axe” dizisi, 1960’ların sonlarından 1980’lere kadar, Londra’daki Batı Hint adalı göçmenlere yönelik ayrımcılığı, tamamı gerçekten yaşanmış olaylar üzerinden anlatan bir film serisidir. İlginçtir, sinema tarihinin başından beri, Amerikalıların siyahlara reva gördüğü ırkçılık ve hor görü defalarca filme alınmış olmasına karşın, İngilizlerin kendi vatandaşları olan kara derili göçmenlere karşı yapmış oldukları benzer ayırımcılık İngiliz sinemasında neredeyse hiç ele alınmamış, hatta işçi sınıfının ozanı Ken Loach bile bu konuda pek çaba göstermemiştir. Tabii ki bunda, İngiliz yetkililerin bu utanç verici olayları ustalıkla hasıraltı etmiş olmalarının da etkisi vardır. Bu yüzden, söz konusu olayların Steve McQueen tarafından ilk kez ele alınması bir bakıma İngiliz Sinemasında bir milattır.
McQueen, farklı dönemlerde geçen, farklı kahramanları olan beş hikâyeyi “Small Axe” ortak başlığı altında topluyor. Dizi adını “Small axe fall big tree / Küçük balta büyük ağacı yıkar” atasözünden ve Bob Marley’in aynı deyişten yola çıkarak, “Siz büyük ağaçsanız, biz de küçük baltayız” dediği “Small Axe” adlı şarkısından alıyor. “reggae” efsanesi Bob Marley sadece dizinin isim babası değil tabii ki. Trindad asıllı Steve McQueen anlatısının bir ortak paydası olarak Londra’yı mekân alırken, dizideki ikinci ortak payda da adaların has müziği reggae oluyor.
Tematik ve tarihsel önemleri kadar üst düzey sinemasal değerleriyle 2020’lerin en önemli sinema olaylarından biri olan dizinin bütün filmlerini sırayla ele alacağım.
Dizinin tamamına Amazon Prime’da ulaşabileceğinizi de hatırlatayım.
Small Axe 1 “Mangrove”
Serinin ilk ve 127 dakikalık süresiyle en uzun filmi olan “Mangrove”, Frank Crichlow’un (Shaun Parkes) 1960‘ların sonlarında, o dönemde çoğunlukla kendisi gibi Batı Hint Adaları’ndan gelen göçmenlerin yaşadığı Notting Hill’de bir kafe/restoran açmasıyla başlar.
Mangrove, kısa sürede siyah topluluğun hem güzel yemek yediği, hem de buluşup sohbet ettiği bir takılma yerine dönüşür. Açılış gecesinden beri Crichlow’a ve mekâna takmış olan polis memuru Frank Pulley (Sam Spruell) ve ona eşlik eden birkaç polis, sık sık baskınlar düzenleyerek, her defasında mekânı dağıtarak ve insanlara bedensel şiddet göstererek Mangrove’u devamlı taciz ederler. Bu saldırılar Crichlow’u maddi bakımdan da çıkmaza sürüklediğinde, bölge sakinleri, siyah aktivist grupların da desteğiyle polis şiddetini kınayan barışçıl bir yürüyüş düzenlerler.
1970 Ağustosunda gerçekleşen “Mangrove Yürüyüşü” polisin orantısız şiddetli davranışı yüzünden epey olaylı geçer. Polisin suçladığı katılımcılar birkaç kez beraat eder. Bir yıl sonra savcılık, Crichlow ile İngiltere doğumlu aktivist Barbara Beese’i (Rochenda Sandal), Trinidadlı Kara Panther lideri Altheia Jones-LeCointe’ı (Letitia Wright ) ve aktivist Darcus Howe’u (Malachi Kirby), Rhodan Gordon (Nathaniel Martello-White), Anthony Carlisle Innis (Darren Braithwaite), Rothwell Kentish (Richie Campbell ), Rupert Boyce (Duane Facey-Peason) ve Godfrey Millett’i (Jumayn Hunter) ayaklanmaya teşebbüs ve saldırı suçlamalarıyla dava eder. Suçlu bulunurlarsa davalılara çok ağır cezalar getirebilecek olan “Mangrove Dokuzlusu Davası” polisin ırkçı davranışının ilk kez hukuken tescil edilmesiyle İngiliz hukuk tarihine geçmiş bir adli olaydır.
Filmin ilk yarısında Steve McQueen, polis tacizinin ve ırkçılığının acımasız dehşetini elle tutulur hâle getirerek, Notting Hill sakinlerinin, özgür bir demokratik ülkede değil, düşman işgali atındaymış gibi yaşadıklarını ortaya koyar. İzleyicisini duruşma salonuna soktuğunda ise, asıl gaddar ırkçılığı sakin ve içten pazarlıklı hâkimle (Alex Jennings) müstehzi savcının (Samuel West) temsil ettiğini, bu iki ustanın yanında hınçlı yalanlarını yüzüne gözüne bulaştıran polis memuru Pullay’in olsa olsa acemi bir çorak sayılabileceğini gösterir. Adalet üzerine oynanan kirli oyunlar yüzünden nerdeyse trajik bir farsa dönüşen duruşmaların sonunda, dokuzlunun iyi niyetli avukatının (Jack Lowden), kendi savunmalarının üstlenen Altheia ile Darcus’un başarısının ve sağduyulu bir jürinin sayesinde sanıkları suçsuz bulunması bu hukuk rezaletini değil, sadece filmi sonlandırır.
Finalde, ekranda yazılanlardan öğrendiğimize göre, Polis ve Savcılık Frank Crichlow’un yakasını kolayca bırakmaya niyetli değildir. Crichlow üç kez suçlandıktan ve her defasında beraat ettikten sonra haklı bulunarak dönemin polis gücünün ödeyebileceği en yüksek meblağ olan 50.000 Pound tazminat alır. Ancak polisin kendisinden özür dilemesi talebi hiçbir zaman yerine getirilmez.
Biz filme dönersek, ülkenin tarihinde ilk kez böylesine bir ötekileştirme olayını, ayrıntılarıyla ve müthiş inandırıcı bir tonlamayla aktaran McQueen, tamamen gerçek olaylardan yola çıksa da çoğu belgeselcinin yaptığı gibi seyircinin hikâyeyi dışardan izlemesini istemez. Tam tersine onu hem dönemin hem olayların içine sokarak, tüm duygu yoğunluğunu karakterlerle birlikte hissettirerek, hikâyeyi neredeyse bire bir onlarla beraber yaşamaya yöneltir.
Eğlence açılış gecesinde sokağa taştığında, görüntü yönetmeni Shabier Kirchner’in bedenlerin akıcı ritmine katılan kamerası izleyiciyi dans edenlerin arasına, kutlamanın ta içine sokar. Polisin vahşi baskınlarında seyirci de restorandakilerle birlikte itilip kakılır. Kısaca geçilmiş olsa da, olağanüstü bir sinemasal an olan protesto yürüyüşüne seyirci de katılır, etrafındakilerin direnişini duyumsayarak onlarla birlikte slogan atar.
Steve McQueen, Ceza Mahkemesinin törensel şatafatına, adaleti temsil ettikleri havasını atan peruklu beyaz adamlara biraz alaycı bir küçümsemeyle bakar. Onun aklı da, gönlü de sadece renkli birer öteki oldukları için suçlananlardadır. Biz seyircilerin yeri ise, karşıdan bile baksak, bir cemaat toplantısındaymışçasına kınama mırıltıları, ya da cesaretlendirici tezahüratlarla olaya katılan, tepesi atınca “yalancı” diye bağıran ikinci balkondaki dinleyicilerin arasındadır. Jürinin, adalet sisteminin statükocu tutumuna karşıt bir karar verebilmesinde, sistemi değil halkı temsil eden bu katılımcı izleyicilerin de mutlaka etkisi olmuştur.
Steve McQueen, filminin inandırıcılığını kusursuz bir oyuncu yönetimiyle perçinler. Frank Crichlow’un iyi niyetinin yarattığı ikilemi başarıyla aktaran Shaun Parkes, Kara Panter lideri Atheia’nın gücüyle yumuşacık kadınlığını ustalıkla bağdaştıran Letitia Wright ve Darcus Howe’a benzersiz bir yorum getiren Malachi Kirby öne çıksalar da, en öne çıkandan en küçük role tüm oyuncular müthiş bir ekip oluştururlar.
Sonuç olarak, İngiliz burnu büyüklüğünün ırkçı ve ötekileşen bakış açısının hiç bilmediğimiz bir tarafını, dört dörtlük bir sinema duygusuyla aktaran çok önemli bir film. Bugüne kadar çok iyibir sinemacı olarak tanımış olduğumuz Steve McQueen’in kanımca en iyi filmi. Kaçırmayın.
Yönetmen : Steve McQueen
Senaryo : Rebecca Lenkiewicz, Steve McQueen, Alastair Siddons, Courttia Newland
Görüntü Yönetmeni : Shabier Kirchner
Kurgu : Chris Dickens, Steve McQueen
Müzik : Mica Levi
Oyuncular : Rochenda Sandal, Letitia Wright, Malachi Kirby, Nathaniel Martello-White, Darren Braithwaite, Richie Campbell, Duane Facey-Peason, Jumayn Hunter, Alex Jennings, Samuel West, Jack Lowden
İngiltere / Dram / 5 Bölüm 60 Dk.