Soğuk Savaş
SOĞUK SAVAŞ, ‘İda’nın Oscar’lı yönetmeni Pawel Pawlikowski’yi Cannes’da En İyi Yönetmen yaptı.
SOĞUK SAVAŞ’TA BİR İMKÂNSIZ AŞK..
Başyapıtı İda’dan beş yıl sonra yeni filmiyle yine II. Dünya Savaşı’nın küllerine dönen Polonyalı usta, atmosfer yaratmada ve oyuncu yönetmedeki becerisiyle öne çıkıyor. 1949’da başlayan, Varşova- Paris ekseninde gelişen, 30 yıl boyunca süren, inişli-çıkışlı bir aşk öyküsünü anlatan film, siyah- beyaz estetiği ve nostaljik atmosferiyle övgüyü hak ediyor. Filmin, değişik sosyal sınıflardan gelen, karakter olarak birbirleriyle tamamen zıt olan lanetlenmiş âşıklarının mutluluğu bulmaları kolay olmayacaktır. Yine de son sözü söyleyen aşk olur. Viktor APALAÇİ
ZİMNA WOJNA
Yönetmen : Pawel Pawlikowski
Senaryo : P. Pawlikowski- Janusz Glowacki- Piotr Borkowski
Görüntü : Lukasz Zal Kurgu : Jaroslaw Kaminski
Oyuncular : Joanna Kulg- Tomasz Kot- Agata Kulesza- Borys Kahn- Jeanne Balibar- Adam Farency- Adam Woronowicz
‘İda‘ ile 2013 Yabancı Dilde En iyi Film Oscar’ı galibi, ödüle doymayan Polonyalı yönetmen Pawel Pawlikowski, ‘Soğuk Savaş/Zimna Wojna‘ ile yine II. Dünya Savaşı’nın küllerine dönüyor.
Yine siyah-beyaz olarak çektiği bu filmle Pawlikowski, Mayıs ayında prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü ile ayrılmıştı.
Savaştan harabe şeklinde çıkan Polonya’da, köylü sınıfına mensup fakir ama güzel ve zeki bir kız olan Zula ile tanınmış bir müzisyen olan Wiktor’un yollarının kesişmesini anlatıyor film.
1949’da başlayan, Varşova- Paris ekseninde gelişen, 30 yıl boyunca süren, inişli- çıkışlı bir aşk öyküsünü anlatan film, siyah- beyaz estetiği ve nostaljik atmosferiyle öne çıkıyor.
Hem politik görüşleri itibariyle, hem de karakter olarak birbirleriyle tamamen zıt olan çiftin, film boyunca yolları ayrılmayacak şekilde, kader yardımıyla bir araya geldiğini görüyoruz.
Komünist Partisi, ulusal dans ve şarkılardan oluşan bir folklor etkinliğinin başına Wiktor (Tomasz Kot) ile müzikolog İrena’yı (Agata Kulesza) görevlendirmiştir.
Genç istidatlar arasında, babasını bıçaklamaktan sabıkalı, sert mizaçlı Zula (Joanna Kulig) seçicilerin dikkatini çeker. Kısa zamanda güzel sesi, kıvrak dansları ve karizmasıyla sivrilen Zula ile Wiktor arasında kuvvetli bir aşk gelişir.
Batıya yapacakları ilk turnede, o ülkeden sığınma hakkı isteme konusunda mutabakata varırlar. Ama Berlin’deki gösteriden sonra Zula verdiği sözden vazgeçince, Wiktor kendini Paris’te tek başına bulur.
Bağımsızlığına âşık müzisyen Paris’teki yeni hayatını bir caz kulübünde piyano çalarak sürdürmeye çalışır. Bir taraftan da Zula’nın turne için bulunduğu her şehre giderek birlikteliğini sürdürür.
Ancak değişik sosyal sınıflardan gelen, farklı eğitimlerden geçen bu lanetlenmiş âşıkların mutluluğu bulmaları kolay değildir. Wiktor tutuklanacağını bile bile Varşova’ya döner. Zula, kariyerinin başından beri kendisini seven bir parti lideriyle evlenip çoluk çocuğa kavuşur. Ama yine de kocasının yardımıyla Wiktor’a yardımcı olunca, son sözü söyleyen aşk olur.
50’li yılların Polonya, Berlin, Yugoslavya ve bohem Paris’in gece kulüplerine uzanan, soğuk savaş atmosferini kendine fon edinen film, politik görüş, kişilik özellikleri ve kaderin cilveleriyle savrulan bir çiftin imkânsız zamanlarda geçen imkânsız aşkının izlerini sürüyor.
LANETLENMİŞ ÂŞIKLAR
Zamanda sıçrayarak ilerleyen hikâyesi, melankolik havası, sade, siyah-beyaz görüntüleriyle birbirinden vazgeçmeyen iki müzisyen arasındaki tutkulu aşkı perdeye aktaran filmin en güçlü yönlerinden biri de caz, şansonlar ve folk ezgilerini de içeren müzikleri.
Bu coşkulu müzikler, gösterişli dans sahneleri, 50’li yılların Paris’inin caz ve rock’n roll çılgınlığı eşliğinde anlatılan aşk buluşmalarında, Paris’te plak dolduracak kadar ünlenen Zula’nın kariyer patlamasına da tanıklık ediyoruz.
Polonya’daki komünist rejimin kontrolü altındaki müzik ile Wiktor’un Paris’te yaptığı müzik eşliğinde, Polonya’nın Batı ile sınırlı ve zor ilişkilerinin, yıllar süren imkânsız bir aşkın mutlu sona ulaşmasını zora soktuğunu görüyoruz.
Aralarında Pawlikowski’nin de bulunduğu üçlü bir kadronun elinden çıkan zengin malzemeli bir senaryo, gösterişsiz ama ölçülü bir mizansen, başarılı bir oyuncu kadrosu, Lukasz Zal imzalı kusursuz siyah-beyaz görüntüler, ‘Soğuk Savaş’ı izlenmeyi hak eden bir film yapıyor.
Filmi izlerken, benzer konulu François Truffaut’nun 1981 tarihli başyapıtı ‘Komşu Kadın/ La Femme d’a Cote’si aklıma geldi.
O romantik drama, yıllar önce tutkulu bir ilişki yaşadıktan sonra ayrılmış olan bir çiftin, günün birinde, üstelik her ikisi evli iken karşılaşmaları üzerine gelişen olayları anlatıyordu. Nevrotik ilişkinin kahramanlarını, Gerard Depardieu ile Truffaut’nun fetiş oyuncusu olan hayat arkadaşı Fanny Ardant oynuyordu.
28 yıllık sinema kariyerinde sadece beş film yapan Pawel Pawlikowski’nin üretken bir yönetmen olduğu söylenemez. Atmosfer yaratmada ve oyuncu yönetmedeki başarısı tartışılmaz.
‘Soğuk Savaş’taki imkânsız aşkın kahramanlarını canlandıran Joanna Kulig ile Tomasz Kot bu yıl Cannes Film Festival’inde En İyi Oyuncu ödüllerinin favorileri arasındaydı.
Ancak Cate Blanchett başkanlığındaki jüri, filmi yönetmeni Pawel Pawlikowski üzerinden ödüllendirmeyi tercih etmişti.
POLONYA, BERLİN, YUGOSLAVYA VE PARİS
Filmin diğer bir usta oyuncusu, Komünist Partisine sıkı sıkıya bağlı müzikolog İrena’yı canlandıran deneyimli aktris Agata Kulesza, hem yazar, hem de Polonya Film Akademisinin prestijli bir üyesi.
Kendisini ‘İda’ filminde, ailesini savaşta kaybetmiş genç rahibe adayına Yahudi asıllı olduğunu söyleyen yargıç teyze rolünde izlemiştik.
Pawlikowski’ye dönecek olursak, 1957 Varşova doğumlu sanatçı, 14 yaşındayken ülkesini terk ederek Londra’ya yerleşmişti. Belgesellerle başlattığı sinema kariyerini ilk uzun metrajlı filmi olan ‘Last Resort’ (2000) ile sürdürmüştü.
‘Yaz Aşkı/My Summer of Love’dan (2004) sonra yaptığı ‘Gizemli Kadın/ Woman in the Fifth (2011) ile ilk uluslararası ünü yakalamıştı. Film, farklı sınıflardan gelme iki genç kızın öyküsünü anlatıyordu.
İki yıl sonra yaptığı ‘İda’, ödüle boğulan bir film oldu.
1960’lı yılların Polonya’sında, inanç ve din kavramlarını tutku ile keşfeden ve kendisini Tanrı’ya adayarak rahibe olmaya karar veren Anna’nın hikâyesini anlatıyordu ‘İda’.
Kimsesiz rahibe adayı Anna’nın, mevcudiyetini bilmediği bir teyzenin ortaya çıkmasıyla hayatı bambaşka bir kulvara sapıyor, yazgısı değişiyordu. Zira teyzesinden II. Dünya Savaşı sırasında öldürülen anne-babasının Yahudi olduklarını öğreniyordu.
Polonyalılar savaşta Yahudilere, en az Almanlar kadar zarar verdiler. Yahudi komşularının evlerine, tarlalarına konmak için onları Gestapo’ya ihbar ettiler veya bizzat katlettiler.
Anna, teyzesiyle ebeveynlerinin mezarını aramak için çıktığı yolculukta, bir otelde müzisyenlik yapan bir genç ile ilk aşk gecesini yaşıyordu. Bir taraftan dünyevi zevklerin tadını alan genç kız, diğer taraftan rahibe yemini etmenin arifesindeki Anna…
Anna’nın tercihini rahibe olmaktan yana kullanmasını ben Hıristiyanlık propagandası olarak algılamıştım.