SUYUN SESİ (The Shape of Water)
“Kendimi bildim bileli canavarlara aşığım. Filmlerimde onları didik didik edip, nasıl çalıştıklarını, içlerinin nasıl göründüğünü, toplumsal hayatlarının nasıl olduğunu öğrenmeye çalışırım” Guillermo del Toro
Sinemayla sekiz yaşından beri ilgilenen, çizgi roman uyarlamalarından tarihsel fantastik ve korku filmlerine pek çok türde eser veren Guillermo del Toro Gómez 1964’de Meksika, Guadalajara’da doğmuş, katolik büyükannesi tarafından yetiştirilmiş, Instituto de Ciencias’da öğrenim görmüş, 1998’de babasının Mexico’da kaçırılmasından sonra hayatını yurt dışında sürdürmeye karar vererek hâlen yaşadığı Kaliforniya’ya yerleşmiştir.
Guillermo del Toro, 21 yaşında ilk kez yapımcılığa başlamasına rağmen, neredeyse 10 yıl makyaj dalında uzman olarak çalışmış, ilk önemli yönetmenliği “Cronos” (1993) ile Meksika sinemasının yükselen yıldızlarından biri olarak ün kazanmıştır. Cannes’da Eleştirmenler Haftası ödülünü alan, politik ve satirik göndermeleri de olan bu ilk filminde, bir vampir öyküsü üzerinden ölümsüzlük sorununun felsefi boyutlarına eğilirken, odağına vampire dönüşen yaşlı antikacı ile torunu arasındaki sevgi ilişkisini oturtur.
del Toro’nun ilk anaakım Hollywood filmi “Mimic” (1997), ölümcül bir hastalık taşıyan hamamböceklerini yok etmek için geliştirilen böcek türünün görevlerini yerine getirdikten sonra asıl büyük tehlikeyi, insan ırkını yok etmeye çalışmalarını ele alır. Yönetmen, benzersiz bir sinema diliyle, bu dehşet saçan mutant ve şekil değiştiren böceklerin fazlasıyla bildik öyküsüne beklenmedik bir ilk kez izlenmişlik, tazelik duygusu katar. Peşinden İspanya İç Savaşının ve Franco faşizminin vahşetinin fantastik ve gotik unsurlarla başarıyla harmanlandığı iki önemli film gelir.
İspanya’da çektiği, İspanyol İç Savaşı sırasında geçen, tutkulu hayalet hikayesi “El espinazo del diablo / Şeytanın Belkemiği” (2001), filtreler ve mobil kamerayla çekilmiş, Cumhuriyetçi Ordu’nun terk edilmiş, perili yetimhanesinde, sepia tonlarında nefis bir görsellik, tüyler ürpertici bir atmosfer yaratan, trajik ve politik metaforlar taşıyan bir başyapıttır.
Bu kişisel filminin ardından tekrar Hollywood”a geçen del Toro, büyük bütçeli bir vampir / korku çizgi roman uyarlaması olan “Blade”i (2002) ve yine bir çizgi roman uyarlaması olan “Hellboy”u (2004) çeker. Peşinden, tekrar İspanyol İç Savaşına dönerek, bu kez 1944’de, falanjistlerin hakim olduğu İspanya’da geçen “El laberinto del fauno / Pan’ın Labirenti” (2006) gelir. Çocukluğun masumiyetiyle, acımasızlık ve zulüm temalarını karşı karşıya getiren, mitik bir Faun tarafından bir efsanenin kayıp prensesi olduğuna ikna edilmiş bir kızın öyküsünü anlatan bu karamsar fantezi, gerçek dünyanın kabusları ile “öteki” dünyanın mucizelerini günümüz fantastik filmlerinde nadiren görülen bir akıcılıkla birleştiren bol ödüllü bir başyapıttır.
Devam filmi “Hellboy, 2” (2008), insanlığın deniz canavarlarıyla savaşını öyküleyen “Pacific Rim / Pasifik Savaşı” (2013) ve ana karakterlerinden biri perili bir ev olan “Crimson Peak / Kızıl Tepe”den (2015) sonra, del Toro, Venedik Altın Aslan ödüllü başyapıtı “The Shape of Water / Suyun Sesi” (2017) filmini çeker.
“Suyun Sesi”, dilsiz bir kızla bir su yaratığı arasındaki aşkı konu edinen, del Toro’nun bütün filmlerinde olduğu gibi odak noktasına bir canavarı alan, büyükler için çekilmiş bir peri masalı.
Filmin ayrıntılarına girmeden önce, del Toro’nun filmlerinde dikkati çekecek derecede sıklıkta görülen canavarlardan söz etmek gerekiyor. Klasik korku filmlerinin ürkünç ve tiksinti veren canavarları, vahşi, tehditkar ve kötücül güçlerin temsilcisidirler. Guillermo del Toro’nun, canavarlar ve yaratıklarla dolu kendine has evreninde canavarlık kavramı altüst olmuştur. Yarattığı dünyada asıl kötülerin vampiler, kederli hayaletler, mitik canavarlar değil, bencil, aç gözlü ve acımasız insanlar olduğu görülür. Bu durum sadece kişisel öyküleri için değil, melez vampir Blade’in vampirlerle savaştığı, cehennemden 2. Dünya Savaşı sırasında Naziler’in cehennemden çağırdığı Hellboy’un, şeytani güçlere karşı savaşanların tarafına geçtiği anaakım Hollywood yapımları için de geçerlidir.
Güzel ve Çirkin masalı pek çok sinemacıya ilham vermiş. 1933’ tarihli ilk “King Kong”dan beri güzel kadına aşık olan canavar teması defalarca işlenmiştir. “Suyun Sesi”nin Amfibi Adamı, şaşırtıcı derecede, bilim kurgu ve fantastik sinemanın ilk büyük ustalarından Jack Arnold’un (1916-1992, 1954’de çektiği Creature of the Black Lagoon / Kara Gölün Canavarı” (1954) filminin yaratığına benzer.
6 yaşındayken bu filmi gördüğünü ve genç kıza aşık olan canavarla özdeşleştiğini söylemiş olan del Toro, gerçekleşememiş bir çocukluk hayalini, kadın kahramanla canavarın birbirine kavuşmasını neredeyse yarım yüzyıl sonra “Suyun Sesi”nde gerçekleştiriyor.
Filmin başında bir üst sesin çok uzun yıllar önce,“denize yakın ama geri kalan her şeyden uzak” bir şehirde geçtiğini söylediği öykü, bizleri 1960’ların başlarında ABD’de, Soğuk Savaş döneminin Baltimore’unda yaşanmaktadır.
Kadın kahramanımız Elisa, gizli deneylerin yürütüldüğü bir askeri üste temizlikçi olarak çalışan dilsiz bir kadındır. Birlikte televizyonda müzikaller izlediği eşcinsel komşusu Gilles ve işyerindeki geveze Afrikalı-Amerikali arkadaşı Zelda’dan başka kimsesi yoktur. Üçü de siyahların henüz henüz yasal ol arak eşit haklara sahip olmadığı bir dönemin ataerkil, ayırımcı ve homofobik kültürünün dışladığı yalnız insanlardır. Deneyler için üsse getirilerek bir su tankına hapsedilen ve devamlı kötü muamele gören Amfibi Adam’la karşılaştığında Elisa, kendisi gibi yalnız, konuşma yetisinden yoksun, dışlanmış bir “öteki” görür. Aralarında cinselliği de içeren bir aşkın doğması kaçınılmaz gibidir.
Elisa’nın ve ona yardım eden arkadaşlarının adamı kurtarma çabalarını, öykünün omazsa olmazı olan filmin kötü adamının bu çabaları engellemeye çalışmasını ve filmin olağanüstü finalini açıklayıp izlemenin keyfini kaçıracak değilim. Ancak, bu tür öykülerde sıklıkla karşılaşılan canavarın insanlaşması temasını del Toro’nun. başarıyla ters yüz ettiğini ve “Suyun Sesi”nde mucizenin insanın dönüşmesiyle gerçekleştiğini söyleyebilirim. Alt üst ettiği bir diğer kavram da Amerikan Rüyasıdır. Banliyödeki evi, ailesi ve yepyeni arabasıyla bu ütopik kavramın filmdeki temsilcisi olan Albay Strickland, bencilliği, ırkçılığı, sadist eğilimleriyle bu rüyanın aslında sadece düşsel ve yapay bir inanç olduğunun tanığıdır.
“Suyun Sesi”nin olağanüstü güzellikteki şiirsel girişinde izleyiciyi hemen bir masal havasına sokan, peşinden beklenmedik bir gerçekçilikle 1962 Amerika’sının bağnaz ve tutucu dünyasına dönüşen zaman ve mekan duygusu del Toro sinemasında öykünün arka planı olmanın çok ötesinde, filmin kilit öğelerinden biridir.
Kusursuz estetiği, neredeyse filmin tamamına yayılmış pastel ve loş tonları ile filmi seyretmeyi heyecan verici düşsel bir yolculuğa dönüştüren benzersiz sanat ve görüntü yönetimi, dört dörtlük bir oyuncu yönetimiyle desteklenmektedir. Üçü de Oscar adayı performanslarıyla öne çıkan Sally Hawkins (Elisa), Richard Jenkins (Gilles) ve Octavia Spencer (Zelda) olsun, kötü adamı müthiş bir duyarlılıkla canlandıran Michael Shannon (Strickland) olsun, doğal ötesi oyunculuklarıyla bu nefis masala beklenmedik bir inandırıcılık katıyorlar.
Gönlüm “3 billboard…”da olsa da alabileceği bütün Oscar ödüllerini hak eden nefis bir film. Sakın Kaçırmayın.