Berlin Sendromu
Berlin Sendromu, Avustralya’lı kadın yönetmen Cate Shortland’ın 3. uzun metrajı. Başarılı bir psikolojik-gerilim olan Berlin Sendromu’nun konusu şöyle : Avusturyalı foto muhabiri olan Clare Almanya’da bir kitap yayınlamak için Berlin’e gelir. Clare Berlin’de İngilizce öğretmeni olan Andi tanışır. Romantik ve tutkulu bir gecenin ardından Clare uyandığında kendini Andi’nin evinde kilitli bulur. Daha sonra anlayacaktır ki Andi’nin kim olduğu hakkında hiç bir fikri yoktur ve elinden kurtulmak kolay olmayacaktır…
Filmin ismi olan Berlin Sendromu, Batı Berlin’lilerin sıkıştırılmışlık duygusuyla çok yoğun olarak intihara yönelmelerini ifade eden kavramdır. Bu duygunun ayrıca psikolojik bir bozukluğa yol açtığı da bilinmektedir. Ayrıca, kendisini kaçıran kişiye aşık olma durumu olarak bilinen Stockholm Sendromu’nun Berlin versiyonu olarakta tanımlayabiliriz filmin ismini, çünkü filmin odaklandığı konu aslında bu.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var ki, Berlin Sendromu herkese hitap eden bir film değil. Genellikle korku-gerilim sinemasında gördüğümüz bir konu olan ”insandan gelen şiddeti temel alan” dehşet sineması örneklerine göre, durağan bir yapısı olan daha çok festival seyircisine hitap eden bir film. Zira film Sundance Film Festivali, Berlin Film Festivali gibi önemli festivallerde yerini almış.
Bu tür kaçırılma – suç filmleri olarak adlandırabileceğimiz filmleri seven biri olduğumu belirtmeliyim. Filmin ağır temposuna karşın nerede duracağını dikkatle takip ettim ve beklentim, Henry: Portait of a Serial Killer, Psycho Raman ya da Avrupa sineması örnekleri olan, Angst, I Stand Alone gibi çok beğendiğim ”katilin hayatını konu alan, katil portresi” filmleri gibi bir film olacağı yönündeydi çünkü film başrolüne kaçırılan muhabir Clare’i değil, onu kaçıran Andi’nin merkezinde dönüyor. Andi’nin dersleri ve öğrencilerle ilişkisini, babasıyla ve arkadaşlarıyla olan ilişkisini sıklıkla izliyoruz. Ancak film tam olarak bu tür bir gore-korku filmi olup tempoyu ve şiddeti artırmak yerine, Clare’in tutsak olarak elinde tuttuğu ve oldukça acımasız davrandığı Andi’ye karşı içinde tükenmeyen aşkını, durumun çaresizliği ve sıkışmışlığı içinde incelemeye devam ediyor. Burada bu tercihin filmin yönetmeninin kadın bir yönetmen olmasına bağlayabilirim. Çünkü örneğini verdiğim sinema tarihinde önemli yeri olan şiddet filmleri gibi bir duruş sergileyebilirdi film. Bunun yerine bir kaçırılma olayının ortasında, psikolojik olarak yıkılmış bir aşkı ve çaresizliği temel alıyor film. Akıllıca örülen gerilim dozu finalde bekleneni veremeyip vasat altı bir sona sahip olsa da, filmi sıkılmadan izlemek için bahsettiğim türe ilginizin olması gerekiyor.
Oyunculuklar, gerilim dozunda yer yer kayıplara uğrayan ve kötü bir finale sahip olan filmde, seyircinin odağını perdede tutan tek etmen diyebilirim. Film neredeyse iki kişilik bir senaryoya sahip ve durum bu olunca oyunculukların yükü fazlasıyla artıyor. Başarılı oyuncu Teresa Palmer bu yükü omuzlarında rahatlıkla taşımış. Andi rolünde izlediğimiz partneri Alman oyuncu, Max Riemelt ise rolünün hakkı olan ( ki fazlasıyla zor bir rol ) başrolde tutulan psikopat aşık performansının hakkını tam olarak veremediğini düşünsemde Teresa Palmer ile iyi bir ikili olmuş.
Berlin Sendromu, özellikle suç,gerilim filmlerine ilgi duyan seyircilerin görmelerini tavsiye edeceğim bir film. Konu itibariyle fazlaca festivallerde göremediğimiz bir temayı başarılı oyunculuklarla işleyen, soğuk renk seçimleri ve iç karartıcı sinematografisiyle yarattığı gerilime seyiciyi kolayca davet eden film, senaryo ve atmosfer kurma konusunda eksikleri olan bir yapım.
İyi seyirler.