Dovlatov
HANGİ SANATÇI YAŞARKEN TAKDİR EDİLDİ Kİ?
Dovlatov, ismiyle çağıran filmlerden değil. Seyrederken de kolay değil zaten. Dovlatov, Rus yazar Sergei Dovlatov’un yaşam öyküsü hiç değil. Hayatından bir kesit mi? Hayır sadece bir hafta! Tabii ki zaman zaman geri gidişlerle Dovlatov’un yazarlık tutkusuna, neyi yazdığını, neyi yazamadığını ve niye yazamadığına, niye anlaşılamadığına girip çıkıyoruz.
Yer Leningrad. Şimdiki adıyla St Petersburg! Ben de bu şehri ilk kez Leningrad adıyla anıldığında ziyaret etmiş, aynı bu sarsıcı havayı solumuştum: Soğuk, sisli puslu, baskın. Glasnost öncesi. 70’li yıllar. Baskının neredeyse Stalin dönemindeki kadar hissedildiği bir atmosfer. Zaten hangi ülkede, ne zaman baskı yok ki, hele sanatçıya, hele yazara, hele gazeteciye?
Dovlatov, daha çocukluğunda yazar olmaya karar vermiş. O nedenle de başka hiçbir şey olmayı kafayı takmamış. Ne ki yazar olmak, dünyanın her yerinde zor. Yazmak yetmiyor, bastırmak gerekiyor. Şimdiki gibi ver parayı bastır da yok. Zaten yazar olmaya heveslenenler de para da yok.
Yazarlar Birliği’ne üye değilseniz kitabınızı basmıyorlar. Üye olmanın yollarını da filmde izliyoruz. Pek yazar olmakla, etikle, ilke ile ilgisi yok. Dovlatov, bir fabrika gazetesinde ısmarlama röportajlar yaparak hayatını kazanma gayretinde. Ama kendisinden beklenen “pembe röportajları” değil, gördüklerini, gerçeği, üstelik de sivri diliyle, ironiyle, dalga geçerek yazdığı için her seferinde geri çevriliyor.
Sergei’nin yaşama bakışı bu: ironi! Ne kadar zordur bilirim, herkesi kızdırırsın, herkesi kırarsın, o kadar çok yaşadım ki, ben de ironik yazdığım için.
Yönetmen Aleksey German’in sevdiğim bir tarzı var: öyle yerleri yakalamış gösteriyor ki yüreğine taş gibi oturan. Beğenilmeyen ve geri çevrilen, üstelik de el yazısı kitap dosyalarını öğrencilere atık kağıt diye veriyorlar! Düşünün daha bilgisayar yok, el yazısıyla bir roman taslağı yazmışsınız, okunmuş ve beğenilmemiş ve çöpe atılıyor, çöpe!
Sergei, Yahudi asıllı. Bir yanı da Ermeni. Keşkül’ü de bir Osmanlı tatlısı olduğu için sevmediğini söyleyiveriyor. Tanık olduğumuz bir haftası içinde geceleri yemekli, içkili, müzikli, hatta şiirli arkadaş toplantıları dışında her şey acıklı. Komşularla ortak yaşanan ev. Maden işçileri içindeki şair, arkadaşlarından birinin karaborsa yaptığı için yakalanıp öldürülmesi, bir şairin intiharı, eski karısının kızıyla hayatına girip çıkması.
Sergei Dovlatov, düzene biraz boyun eğse, biraz eğilse, biraz ödün verse, biraz yalakalık yapsa, yırtabilir. Yırtacak. Ama hep dik duruyor. Diliyle sokuyor! Ve hep kaybediyor. Çünkü düzen eğilip büküleni istiyor.
Bir hafta sonunda Sergei’in tam bir rate olduğunu düşünebilecekken alt yazıdan öğreniyoruz ki Amerika’ya göç edecek, kitaplarını bastıracak ve çok genç yaşta (48) bir kalp krizinden ölüp gittikten bir süre sonra meşhur olacak, ünlü Rus yazarlar arasında anılacaktır, hayat ne kadar acımasızsın!
Sergei Dovlatov’u canlandıran Milan Maric, hem yakışıklı, hem başarılı, duruşuyla, bakışıyla, oyunuyla çok iyi bir iş çıkarıyor. Filmi bir solukta izledim diyemeyeceğim, ama düşündükçe beğendim. Sinematografik dili sorgulanır olsa da, bir dönem ve edebiyat filmi olarak kayda değer.