DAHA UZAĞI GÖRMEK GEREKLİ Mİ?
Dünya çapında birkaç festivale uğramış olsa da, BeinConnect kanalına biraz sessiz sedasız giriş yapmış olan ‘I See you’ filminin ilk bakışta dikkat çekmemesi çok anlamsız gelmiyor: filmdeki sürpriz(ler) sinemanın en etkileyici örneklerinden değil, kamera arkasında çok tanınmış bir yönetmen, kamera önünde de (Helen Hunt dışında) yıldız oyuncular bulunmuyor. Aynı şekilde filmin nerdeyse hiçbir görüntüsünün büyük bütçeli sahnelerin ihtişamını taşımadığını hatta yaratılan kadrajlarda bile çok göze batan bir ‘estetik’ duruş olmadığını da eklemeliyiz.
Ancak bütün bunlara rağmen yönetmen Adam Randell’ın, oyuncu ve burada senarist olan Devon Graye’le (kendisi ‘Dexter’ gibi birçok başarılı dizide rol almış) kurduğu işbirliğinden doğan ‘I See you’ çok düz görünen bir hikayeden yola çıkıp beklenmedik senaryo virajlarına giriyor, değişik bir yapıya ulaşıyor ve gerilim türünü seven seyircilerin beklentilerini karşılayacak bir kıvama geliyor.
Greg ve Jackie Harper, bir Amerika taşra kasabasında yaşayan, meslek sahibi (Greg kasabanın polisi, Jackie ise psikolog), bir çocuklu bir çifttir. Ailenin huzuru Jackie’nin açığa çıkan bir aldatmasından dolayı kaçmıştır ve hem ergen yaştaki oğulları Conner, hem de Greg, Jackie’ye karşı tepkilidir. Kasabada bir çocuğun esrarengiz bir şekilde kaybolması daha önce yaşanmış bazı olaylarla benzerlik taşımaktadır ve kasabanın polisi olayı derinlemesine araştırmaya başlar. Bu arada Harper’ların evinde de esrarengiz olaylar yaşanmaktadır…
Türler arasında gezinim…
‘I See you’, aslında pozitif anlamda ‘aldatıcı’ bir film… Çünkü hikayenin başlayışı bir polisiye filmi müjdeliyor sonrasında ise senaryo bir korku/gerilim türüne evriliyor. Yönetmen, ‘annenin’ kaçamağından dolayı ‘dağılmakta’ olan ailenin üzerinde fazla zaman kaybetmiyor ve kısa sürede senaryonun merkezi gibi görünen ‘çocuk kaçırılma’ olayına eğiliyor. Buraya kadar klasik ama ilgi çekebilecek bir ‘suç’ filmi izleyeceğini düşünen seyirci bir anda kendini Harper’ların konforlu ama huzursuz evine atılmış bir şekilde buluyor.
Aslında film, birçok sürprize açık ve değişik türleri harmanlayan yapısıyla bazı M. Night Shyamalan yapımlarını hatırlatmıyor değil ama filmin asıl esrarı ve çözümlenmesi, ne Hint asıllı Amerikan yönetmenin filmlerindeki kadar çarpıcı ve ne de filmin bütününe değişik bir boyut katacak kadar üst düzey…
Başka bir deyişle ‘I See you’ aynı zamanda ‘sınırlarını bilen’ bir film. Hikayesine seyircileri memnun edecek ‘ters köşe’ noktalar barındırıyor ancak bunu senaryosuna ‘lezzet’ katmak için kullanıyor, filmi daha da üst bir boyuta yükseltmek için değil…
Gerilim dozu…
Filmin ‘giriş’ bölümünün ikinci yarısında başlayan gerilim duygusu ise klasik bir ‘kapalı mekan’ korku filmini çağrıştırıyor. Aslında filmin, Harper’ların normal görünen evinde, ‘açılamayan kapılar’, ‘yer değiştirmiş eşyalar’ hatta ‘nereden düştüğü belli olmayan bir saksı’(!) gibi sekansları sunması ilgiyi ayakta tutsa da bizce beraberinde ufak bir hayal kırıklığı da getiriyor: önceleri bu olaylardan ve gidişattan dolayı birçok örneğini gördüğümüz bir ‘perili ev’ veya ‘aileyi tehdit eden lanet’ konulu bir korku filmine yelken açmış gibi hissediyoruz. Ancak tam bu sekanslar filmde giderek derinleşen polis araştırmasıyla paralel bir şekilde akarken film ‘ikinci’ bölüme geçiyor ve önceleri asıl hikayeden oldukça ‘kopuk’ görünen bu bölüm bir çok esrarengiz olaya bir açıklık getirmeye başlıyor. Üstelik sadece havada kalan sorulara cevaplar getirmekle kalmıyor, hikayeye ciddi bir ‘karanlık hava’ ve zenginlik de katıyor.
Tabii ki bu ikinci bölümdeki ‘her şeyi açıklama’ gayreti beraberinde biraz ‘abartılı’ sahneleri de getiriyor. Özellikle Judah Lewis’in canlandırdığı karakter (gayet iyi oynamasına rağmen) biraz ‘replik’ kokan konuşmalara başvuruyor, eylemleri sanki sadece ‘esrarı’ sürdürmek için kurgulanmış gibi duruyor.
Aynı zamanda olayların ‘ev dışına’ taşındığında da biraz enerji ve tempo kaybettiğini de belirtmemiz gerekir.
Başka ne var?
‘I See you’, belki genelde yeteri kadar ilginç olaylar barındıran ve temiz bir yönetmenliği sunan bir film ancak hikayenin ‘sürpriz’ dışında neyi yansıttığını da sorgulamamız gerekir. Aslında filmin konusunun bir aile etrafında döndüğünü düşünecek olursak ‘ Amerikalı ailelerin kurduğu ‘küçük cennete’ asıl kötülüğün sızması ve sonunda ‘yuvanın’ kalbinde yer bulması’ gibi bazı temalar bulabiliriz. Aynı şekilde filmde alt metin olarak hissettirilen bir sınıf farkı teması da var. Örneğin büyüklüğünden dolayı ‘içinde ne olduğunu kontrol edemediğimiz’ yerler biraz Amerikan emlak endüstrisinin ‘absürtlüğünü’ gösteriyor. Ama film, bütün bunları senaryosuna biraz ‘gömmüş’, sadece hikayesinin hızlı bir şekilde akması için ‘feda etmiş’ gibi duruyor.
Bu ‘üstünkörü’ tutum biraz da oyuncuların performansına sirayet etmiş gibi görünüyor. Başta ‘anneyi’ canlandıran Helen Hunt olmak üzere her biri karakterlerine bir derinlik katmak için uğraşıyorlar ama onların ‘insani’ yönlerini nadiren görüyoruz.
Sonuç olarak kendi türünde başarılı olabilecek bir filmin, sınırları arasında sıkışıp kalmadan belki biraz daha ‘ileriyi görmesi’ gerekirdi… Yazık olmuş…
Yönetmen : Adam Randall
Senaryo : Devon Graye
Görüntü Yönetmeni : Philipp Blaubach
Kurgu : Jeff Castelluccio
Müzik : William Arcane
Oyuncular : Helen Hunt, Jon Tenney, Judah Lewis, Owen Teague, Sam Trammell, Gregory Alan Williams, Alison King, Erika Alexander
ABD / Gerilim-Polisiye-Dram / 98 Dk.