Üç Bin Yıllık Bekleyiş / Three Thousand Years of Longing

Bir İstanbul Masalı…

Özellikle “Mad Max” filmleri ile tanınan ünlü yönetmen George Miller’in yönettiği ve aynı zamanda Augusta Gore ile birlikte senaryosuna da katkıda bulunduğu “Üç Bin Yıllık Bekleyiş”, sinemaseverler tarafından bu senenin merakla beklenen yapımlardan. Bizim için bu “merak”, başka nedenlere de dayanıyor. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan filmin kimi oyuncularının, mekânlarının bizden olması ve de anlatılan epik hikâyelerin çoğunun bu topraklarda geçmesi itibariyle bu merakın olması gayet doğal.

Akademik ve edebi çalışmaları ile dünyaca tanınan ve yalnız başına yaşayan Alithea’nın (Tilda Swinton) bir konferans için çıktığı cazibeli bir Türkiye yolculuğunda fantastik ögeler ile destansı olaylar bir cin (Idrıs Elba) anlatımıyla önümüze serilerek bizleri yıllara meydan okuyan bir seyyah haline getiriyor. Şişe içindeki cin nereye giderse bizi zaman ve coğrafyadan azat ederek masalın içine atıveriyor. Alithea dediğim gibi bir konferansa davet edilir ve İstanbul’a gelir. Kendisine burada yine akademisyen olan Profesör Günhan (Erdil Yaşaroğlu) refakat edecektir. Ve Agatha Christie’nın “333 numaralı” odasında kaldığı Beyoğlu’ndaki Pera Palas Oteli’ne yerleşir. Aslında bu oda birçok yönden tılsımlı bir yerdir. Zira polisiye yazarı Agatha Christie yaşamının bir döneminde on bir gün boyunca kaybolmuştu ve kimi görüşlere göre bunun Pera Palas Oteli ile alakası vardı. Madem sihirden, masaldan bahsediyoruz bunu da belirtmeden geçmeyeyim dedim.

Alithea, henüz İstanbul’a geldiğinin ilk başlarında kendisine musallat olan bazı dünya dışı varlıkların etkisi altına girer. Bunu belki de İstanbul’un o gizemli tarihinin etkisine bağlar. Çünkü Günhan onu bu toprakların esrarengiz hikâyeleri ile dolu olan Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi mekânlarda dolaştırır. Buraya kadar kimi olağanüstülükler olsa da filmin asıl kulvar değişimine yani fantastik haline dönüşecek o anlarına gittikçe yaklaşmış oluyoruz…

Bir Gün Bir Cin Çıkar Şişeden…

Alithea’nın verdiği konferans sonrasında oteldeki son gününde Kapalıçarşı’dan satın aldığı bir şişeden cin çıkar. İlk başta kendisinden ürken Alithea, bir süre sonra cinin önce Saba Melikesi ve Süleyman hikâyesini dinler. Sonra Sultan Süleyman, Hürrem, Gülten ve Şehzade Mustafa etrafında devam eden o büyük taht oyunlarına geçiş yapar. Şişedeki yolculuk bu arada devam eder. Sultan 4. Murad’tan İbrahim ve Kösem Sultan’a başka bir iktidar kavgasına şahitlik de ettikten sonra sıra on iki yaşındayken yaşlı bir tüccar ile evlendirilen ve de her şeyi bilme derdinde olan Zefir’e gelir. Ve kendisinin ortaya çıkışını da dörtlü aşamaya bağlar.

İlkin elektromanyetik dalgalar yayılır, sonra buharlaşma başlar, ardından organik parçacıklar haline bürünme ve en son olarak da organların şekil alması ile artık görünür hale gelme. Ve tüm bunlar aslında konu alanı itibariyle kendisine uzak olmayan Alithea’nın da hoşuna gider. Ve üç dileğin sırrından sonra Londra’ya Alithea’nın evine gidişine kadar ki safhada film devam eder ve artık sonlara geliriz…

Oryantal Bakışlar…

Tüm bu olay örgüleri aslında Alithea için belki de birkaç günlük İstanbul yolculuğundaki zamanı kapsasa da temelinde cin açısından üç bin yıllık koca bir bekleyişi temsil eder. Pekiyi ya anlatılar? Bunların bir kısmı tarih kitabında okuduğumuz haliyle kaba ana hatları ile verilmekte. Ancak bunu yaparken estetik dil olarak parlak ve masalsı bir görünüm vermek için arabesk bir abartı ön planda.

Sultan Süleyman’a ilişkin kısımlardan ister istemez aklımıza “Muhteşem Yüzyıl” gelse de, “Üç Bin Yıllık Bekleyiş”, hikâyeleri kesinlikle detaylandırmadan ve de oldukça oryantalist bir gösterge tekniği ile basit, yer yer grotesk ve hızlı olarak izleyene veriyor. Ancak sunulan masalsı anlatımlar gerçeklikten uzak halleri ile belki de bilinçli olarak bir basit tarih anlatısından beslenerek masalın gizemine sığınıyor. Zira hareme bakış ya da kafes sistemi oldukça sığ bir Batı oryantalizmi kokuyor. Bu bir kısım hassas izleyici de kuşkusuz rahatsızlık yaratabilir. Ama unutmayalım George Miller anlatıları ters yüz etmekte oldukça mahir ve aslında muradı olan o masalsı, fantastik dil izleyene tesir de ediyor. Buna destek olarak da mekânlardaki o fantastik hava, kostüm ve Doğu ezgileri ile dolu müzikler tüm bu tür yaklaşımına oldukça elverişli bir imkân sunuyor. Ve oyunculuklar…

Tilda Swinton zaten bildiğimiz o kendine mahsus, fiziğinin de yardımı ile farklı oyunculuk tekniğini burada da sürdürüyor. Aslında film egzotik yönleri ile Swinton’a yakışmış. Cin rolünde ise halen gösterimi devam eden “Canavar” filmi ile yakın zamanda başka rolde de karşımıza çıkan Idris Elba, çeşitli kamera oyunları ile cin benzeri kıvraklıklara sahip halleriyle rolünün hakkını veriyor.

Ve bizden oyuncular… Doğrusu Leman Dergisi’ndeki çalışmaları ile tanıdığımız Erdil Yaşaroğlu’nun filmde daha uzun süreli rolü olduğunu sanıyordum. Kısa bir rolü var esasında. Ve yer aldığı sahneler sadece İstanbul’daki eşlik etme kısımlarından ibaret. Dolaysıyla oyunculuk açısından bize umut verecek kadar bir fikre sahip olamadık. Ancak görece daha uzun ve etkili sahnelerde bulunan Kösem Sultan ile “Zerrin Tekindor”, 4. Murad ile “Oğulcan Arman Uslu”, Gülten ile “Ece Yüksel” rollerinin altında ezilmemişler.

Film her ne kadar başlangıç kısmındaki Saba Melikesinin anlatımı dışında bizden hikâye taşısa ve cin ile karşılaşma İstanbul’da olsa da, ne yazık ki çekimler korona nedeni ile İstanbul yerine stüdyo imkânları ile Avustralya’da yapılmış. Ancak mekân kullanımı hep simgesel. Bunlar harem bölümlerinde gittikçe belirginleşiyor. Hatta Alithea’nın tekrar Londra’ya döndüğü daha ilk sahnede Hindistan kökenli Sih erkek ile peçeli kadının aynı sahne içerisinde bir anda görünmesi de yine bu şehirlerin bir kısım simgelerle anlatımına örnek gösterilebilir.

Son olarak da filmde yer yer Türkçe kullanıma denk gelsek de, Türk oyuncular ile yabancıların dil kullanımları oldukça belirgin bir farkta. Hele hele her dili bildiğini varsaydığımız cinin tuhaf Türkçesi bana komik ve turistik geldi. Bunu da yapımın nazar boncuğunun bir halkası daha sayalım…

Bu hafta gösterime girecek “Üç Bin Yıllık Bekleyiş”; oryantalist bakışı kalın hatlarla belirginleştirmesi ve anlatıları basite indirgemesi itibariyle bende bazen rahatsızlık yaratsa atmosfer başarısı ile büyük bir masalın içine bizi atıveriyor. Efekt ve kamera hileleri ile izleyeni davet eden etkili sunumu bir şenlik kıvamında ve oldukça eğlenceli… Kesinlikle izlenmeyi hak ediyor. Hafta sonu için iyi bir tercih olabilir… İyi seyirler

Yönetmen / Senaryo : George Miller

Görüntü Yönetmeni : John Seale

Kurgu : Margaret Sixel

Müzik : Junkie XL

Oyuncular : Tilda Swinton, Idris Elba, Ece Yüksel, Zerrin Tekindor, Lachy Hulme, Megan Gale, Burcu Gölgedar, Randolph Fields

Avustralya-ABD / Dram-Fantezi-Romantik / 108 Dk.

OrtaKoltuk Puanı:

4 YORUMLAR

  1. Bir peygambere (Hz. Süleyman) kimsenin hakaret etme hakkı yoktur tam bir rezillik müslüman evladı veya yahudi evladı olan herkese bu filmi tavsiye etmiyorum hatta kinamaya davet ediyorum, Allah’ın laneti bu filmi yapanların üzerine olsun

  2. İngilizlerin kuyruk acısı bir türlü geçmiyor Süleyman A.S Allahın peygamberidir elçisidir belkıs validemizin ayağına gitmemiş ilk olrak belkıs validemz gelmiş ve İslama tabi olup evlenmişlerdir Güneşi balçıkla kapatamazsınız siz istesenizde istemesenizde Allah Nurunu tamamlayacaktır.Süleyman A.S sözde Belkıs validemizin ayağına geldiği yere kadar izlemem yettide arttı bile ben Müslümanım diyen birinin izleyeceği bir yapım asla değil yapanları yayına koyanları ve destekleyenleri eshefle kınıyorum.Osmanlı ecdadın hakkında yapılan çarpıtmaları konuşmuyorum bile….

  3. Kim peygamberlere hakaret ederse bilsinki Allah peygamberleri tertemiz kılmış onları tüm insanlardan üstün kılmış ve cennetle müjdelemiştir. Dilleriniz onların mukaddesliğine erişemez.

  4. Zerrin Tekindor gibi kaliteli bir oyuncu keşke osmanlı gibi şanlı ecdadını ayaklar altına alan Hz Süleymanı aşağılayan bu filmde oynamasaymış yakıştıramadım Türkiye de izlenmesi yasaklanmalı

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz