Avatar : Suyun Yolu / Avatar: The Way of Water
Filmin, suyun üstünün ve deniz altının benzersiz dünyasında soluk soluğa izlenen sinemasal bir şiire dönüştüğünü, bu kez kanatlı yunusları andıran, binek aracı olarak hem göklerde hem denizin derinlerinde sürülen “ilo”lar ve yerlilerin ruh ikizi, olağanüstü zeki ve duyarlı balinamsı “tulkun”lar aracılığıyla doğanın tüm yaratıklarının kusursuz uyumunun sürdüğünü belirtmekle yetineceğim.
Bir de finaldeki sekans aracılığıyla ileride bir devam filminin daha geleceğinin belli olduğunu belirtmek isterim ki, “Avatar : Suyun Yolu”ndan aldığım keyfi düşündüğümde bunun bir müjde olduğunu söyleyebilirim.
Sonuçta görsel işitsel ve tematik olarak müthiş başarılı bir film. Halen vizyonda. Mümkünse IMAX formatında izleyin derim.
James Cameron, 2009 tarihli ünlü “Avatar” filminde anlatmış olduğu öyküye 13 yıl sonra “Avatar: Suyun Yolu” ile devam ediyor.
Devam filmi izlenimlerime geçmeden, ilk “Avatar”ı kısaca anımsatmak isterim. Ancak ondan da önce, Cameron’un filmindeki teknolojik görsel işitsel mucizeden söz etmem gerekir.
O güne kadar üç boyutlu gösterimlerin iki önemli sorunu vardır : Birincisi, ışığı kıran polaroid gözlükler yüzünden, görüntü normalden karanlıktır; ikincisiyse, insan gözü devamlı değişen derinliklere odaklanmaya zorlandığından, belirli bir seyir süresinin ardından ciddi bir baş ağrısı başlamaktadır. Sinemalarda 163 dakika, 3D Extended BluRAY versiyonunnda 178 dakika sürmesine karşın, “Avatar” pırıl pırıl aydınlıktı ve böylesine uzan bir süreye karşın hiçbir fizyolojik rahatsızlık duymadan izlenebiliyordu. İMAX 3D formatı üç boyutlu etkiler için değil, tüm ekolojisiyle var edilen, “Solaris”le de uzaktan akraba olan, görkemli Pandora’yı tüm doğasıyla daha da inandırıcı kılmak amacıyla kullanıyordu.
Filmin öyküsüne gelirsek, “Avatar”, Dünya’nın nerdeyse tüm doğal kaynaklarının tüketildiği 2154’te geçer. RDA (Resources Development Administration / Kaynak Geliştirme İdaresi) adlı kuruluş, Alpha Centauri sisteminde, Polyphemus gezegeninin uydusu Pandora’da, dünya için paha biçilmez değerdeki unobtanium mineralinin, bol miktarda var olduğunu keşfeder. Atmosferi insanlar için zehirli olan yeşil gezegen Pandora’da zengin bir bitki örtüsü ve büyük doğal vahşi yaşamın yanında, 3-4 metre boylarında, akıllı, kabile kültürünü benimsemiş, mavi tenli, insansı görünümlü, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl Na’vi halkı da yaşamaktadır. Kutsal gördükleri dev Yuva Ağacın etrafında yaşayan, tabiat ananın simgesi olan ana tanrıça Eywa’ya ibadet eden, tüm geçmişte yaşamış olanlarının varlıklarını Ruhlar Ağacında sürdürdüklerine inanan Na’viler, doğayla uyum içinde yaşamaktadırlar. Dünyalı bir bilim insanının mitolojik ve masalsı gördüğü inanç sistemi Pandora’da fiilen gerçeğin ta kendisidir.
Pandora, Eywa ile, florası faunası, Na’vi kabileleri ile, ve Ruhlar Ağacına geçmiş atalarıyla bütünleşmiş tek ve canlı bir varlıktır. RDA Yuva Ağacının altındaki çok yoğun unobtanium damarına ulaşarak dünyaya pazarlamak amacıyla Pandora’da insanlı bir üs kurmuş, üssün yöneticisi Parker Selfridge’in (Giovanni Ribisi) emrine Na’vilerle iletişim kurabilmesi için Dr. Grace Augustine’in (Sigourney Weaver) yönettiği bilimsel Avatar Programını ve başında Albay Quaritch (Stephen Lang) olan özel güvenlik gücünü vermiştir.
Avatar Programında, genetik olarak eşleştikleri insanların sinirsel bağlantıları aracılığıyla, Na’vi ve İnsan DNA’larının karışımıyla yaratılmış biyolojik Na’vi klonu “avatar” bedenleri, kontrol edilmekte, trans hâlindeyken bilinçleri avatarlarına nakledilen bu kullanıcı /sürücü insanlar Pandora ikliminde yaşayabilmektedirler.
Müthiş pahalıya patlayan bir avatarın insan genlerinin sahibi Tom Sully öldüğünde avatarı sürme görevi, DNA’sı tam uyumlu tek yumurta ikizi Jake Sully’ye (Sam Worthington) teklif edilir. Savaştan belden aşağısı felçli çıkmış, üç kuruşluk gazi maaşıyla zar zor geçinen eski deniz piyadesi Jake, maddi getirisi de yüksek olan bu işi kabul ederek Pandora’ya gider. Avatarına ilk bağlanması mucizevi bir olaydır. Jake hâlâ kendisidir ama, çok daha sağlam ve daha iyi bir bedenin içindedir, artık felçli olmayan bacaklarını hissetmekte, eskisi gibi koşabilmektedir.
Güvenlikçi olarak, Pandora’da Grace’in ve diğer bilim insanı Dr. Norm Spellman’ın (Joel David Moore) avatarlarına eşlik ederken, avatarı bir thanator’un saldırısına uğrayan Jake, kaçarken ormanda kaybolur. Ne olduğunu bilmediği hayvanların saldırısı altında sabaha kadar sağ kalmaya çalışırken, yerli kız Neytiri (Zoe Saldana) tarafından kurtarılır. Doğadan bir işaret alan Neytiri, onu babasının yönettiği kabilesine götürür. Klanın ruhani lideri olan Neytiri’nin annesi Mo’at kızına Jake’i gerçek bir Na’Vi olarak eğitme görevi verir.
Quaritch, Trans halindeyken avatarının içinde yaşayan, avatarı uyuduğunda gerçek bedeninde uyanan Jake’la görüşerek Na’viler ve Yuva Ağaç hakkında bilgi toplamasını ister. Minerale ulaşılmasını sağlayacak bilgi verebilirse, dünyaya döndüğünde çok pahalı olan omurga tamir operasyonunu yaptıracağını ve sadece avatarının bedenindeyken değil, kendi bedeninde de yürüyebileceğini de belirtir. Ne sebeple çıktığı belirtilmeyen bir savaşta onu vurucu güç olarak kullanan, artık işine yaramayınca da bir “kullan at telefon” gibi, sakatlığa ve sefalete terk eden askeri güce hâlâ inanacak kadar saf ve naif Jake, tekrar yürüyebilmek rüşvetinden çok, görev duygusuyla casusluk yapmayı anında kabul eder.
Ancak, yerlilerin artık JakeSully olarak adlandırdığı avatarı gerçek bir Na’viye dönüştükçe Jake bilinçlenmeye, Na’vilerle empati kurmaya başlar. Pandora’yı gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na’vi halkı arasında seçim yapmak durumuna geldiğinde, Neytiri ile aşk ilişkisine de giren JakeSully Grace ve Norm’la birlikte insanların kötücül amacına karşı durmaya çalışan Na’vilerin tarafını tutar. Giderek öncülüğünü üstleneceği direniş, büyük kayıplar verilen, ağır yaralanan Grace’in de öldüğü ürkünç bir savaşa dönüşecektir.
Bu özetten de anlaşılacağı gibi, gerilimin, aksiyonun ve bilimkurgunun büyük ustası James Cameron, bilimkurgunun asıl amacına uygun, geleceğin üzerinden günümüzü eleştirmeyi hedefleyen bir öykü anlatır. Bildik de olsa, toplumsal ve siyasal eleştiri açık seçik ortadadır. RDA ve Quaritch, vahşi kapitalizmin ve emrindeki vurucu gücün Amerikan olamayan herkesi hor gören ve ötekileştiren tavrını simgelerken, Na’vi kabileleri, kesinlikle ilk yerleşimcilerin hayvan olarak gördükleri ve fiilen yok ettikleri Kızılderililerin metaforudur.
Cameron, sığınaklarda ye da dışa kapalı araçlarda yaşayan insanların renksiz dünyasına odaklandığında dünyalıları prototip düzeyinde, nerdeyse iki boyutlu olarak yansıtır. Sermayenin temsilcisi Selfridge için maddi getiri, mantıktan ve insancıllıktan önce gelir.
Yaşamlarını bilime adamış olan Grace ve Norm’un hep bilim insanlığı öne çıkar. Sadece yıllarını projesine veren, avatarı aracılığıyla yerlilerle yakın dostluk kuran, onların dilini öğrenen, açtığı ve 10 yıl öğretmenlik yaptığı okulda Na’vileri bilgilendiren, onlara İngilizce öğreten Grace daha derinlemesine ulaşılmış bir karakterdir. Aralarında Neytiri’nin kız kardeşini de olduğu bir grup aktivist gencin bir dozeri tahrip ettikten sonra okula sığınmalarının, okulu basan güvenliğin onları acımasızca katledişinin acısını hep içinde taşıyan Grace’in adanmışlığının sadece bilimsel değil insani yönü de belirtilir.
Quaritch, at gözlüğüyle bakan, yalnız kendi düşündüğünün doğru olduğuna inanan, askeri gücün temsilcisidir. Kendisine karşı gelindiğinde orantısız bir intikamcı güçle saldırır. Jake, çaresizlikten orduya yazılmış, bundan da zarar etmiş sıradan bir insandır.
Buna karşın, Na’viler, duyguları, düşünceleri ve inançlarıyla derinlemesine incelenirler. Jake bile ancak JakeSully olmaya, bilinçlenmeye, insanlıktan Na’vileşmeye geçmeye başladığında Farklı bir boyut kazanır.
James Cameron böylece, bilimkurgunun epey bilindik bir temasını, dünya dışı canavarların insan ırkını yok etme çabasını tersyüz eder, canavar insanların doğayla uyum içinde yaşayan masum bir yaşamı, mahvetme arayışına çevirir. Bunu senaryosuna öylesine ustalıkla yedirir ki, her izleyici, insan olmasına karşın Na’vi kabilelerinin tarafını tutar.
Son savaşta görkemli bir aksiyon gösterisine dönüşen “Avatar”, yine de Marvel ya da DC filmlerinden farklı bir yolda gelişir. JakeSully bir süper kahramana dönüşmüştür ama ne Pandora’yı ne de Na’vileri sınırsız yıkıcı güce sahip istilacılardan kurtaracak gücü yoktur. Ama süper kahramanımız büyük savaşın arifesinde Ruhlar Ağacı ile sinirsel bir bağlantı kurarak Eywa’nin simgelediği Pandora’nın doğasından yardım isteyecektir. “Avatar”ın asıl mucizesi, bu ölüm kalım savaşına Pandora’nın taraf olarak tüm doğası ve vahşi yaşamıyla katılması olacaktır.
Böylece kazanılan savaşın sonunda Jake, Norm ve seçkin birkaç kişi haricinde tüm insanlar Dünya’ya geri gönderilir ve son bir mucize gerçekleşir: Mo’at, Ruhlar Ağacı’nın yardımıyla, Jake’in bilincini, kalıcı olarak avatarına aktarır.
“Avatar: Suyun Yolu”, ilk filmin yarattığı olağanüstü duyguyu, bir başka bir evrende birkaç saat yaşamanın zevkini yenilerken yine hiç görülmedik bir mucize yaratır ve izleyiciyi yıllar önce hayranlıkla içine girmiş olduğu dünyanın hiç keşfetmemiş olduğu farklı ve beklenmedik bir tarafına götürür.
Aradan geçen zamanda görsel-işitsel teknoloji daha da gelişmiştir; görüntü olarak yeni “Avatar” ilkinden de daha parlak ve aydınlıktır, görkemli kadrajları kusursuz ve birbirinden etkileyicidir. Basın gösteriminde ara vermeden gösterilmiş olan, 192 dakikalık İMAX 3D kopya, baş ağrısı bir yana, nerdeyse gözünü kırpmadan izlediğimizde yorgunluk duygusu bile uyandırmamıştır.
Film, aradan geçen yılların anlatıldığı mutluluk ve huzur dolu bir sekansla açılır. Yine aynı oyuncuların canlandırdığı JakeSully ve Neytiri mutlu bir aile kurmuşlardır. İki yeniyetme oğulları Neteyam (Jamie Flatters) ve Lo’ak (Britain Dalton) ile Tuk (Trinity Jo-li Bliss) adlı küçük bir kızları vardır. Pandora’nın bile ölenleri diriltecek gücü yoktur ama anlaşılan yeni “Avatar”ı, Grace’i canlandıran o muhteşem Sigourney Weaver’siz yapmak istemeyen Cameron’un böyle bir gücü vardır. Grace’in öldüğünde hâmile olduğu fark edilmiş, karnındaki bebek sağlıklı bir kız çocuğu olarak doğmuştur. JakeSully ve Neytiri, annesinin gençleşmiş yüzüne sahip olan Kiri’yi (Sigourney Weaver) de evlat edinmişlerdir. Filmin daha girişinde yazar yönetmenin, bu kez ebeveynlik ve eğitim-öğretimin tüm cepheleriyle aile kavramını, kan bağı olsun olmasın aile bireylerinin arasındaki sevgi ve sahiplenme bağını öne çıkaracağı belli olur. Bu bağlamda ebeveyn olmanın zorluğu, özellikle geçirdiği evrime karşın temelde asker kalmış Jake için ne menem güç bir iş olduğu ortaya çıkar.
Birçok filminde de hissedildiği gibi Cameron militarizmden hem müthiş etkilenmiş hem de çok tiksinmiştir. Artık tam bir Na’vi olmasına karşın deniz piyadesi eğitiminin Jake’te yarattığı şartlanmanın babalık görevine zararlı etkisini zekice eleştirir. Oğulları ona “dad” ye da “daddy” diye değil, “sir “olarak hitap ederler. Neytiri’nin de bir ara belirttiği gibi onlara babadan çok bir üst gibi davranır. Film boyunca, olay dokusunun paralelinde ikilinin daha iyi ebeveynler olabilmek amacıyla aldıkları yol, özellikle de Jake Sully’nin oğullarına gerçek bir baba olma eğitimi öne çıkacaktır. Asal görevlerinin öz ya da edinilmiş çocukları korumak ve kollamak olduğu kadar, yeri ve zamanı geldiğinde onları salıvermek, özgürce verdikleri kararlara saygı duymak olduğuna bilinçlendiklerinde sadece çocuklar değil anne ve bab da büyümüş olacaklardır.
Ebeveynliğin yorgunluğundan biraz uzaklaşan iki sevgili olarak baş başa yıldızlara baktıkları bir gece bazı çok parlak yıldızların aslında hareket halinde uzay gemileri olduğunu, sağlam temellere oturduğunu sandıkları dünyalarının yeniden alt üst olduğunu fark ederler. Huzur ve sükunet sahnesi birdenbire “Terminator”un kıyametini anımsatan bir alev tufanına dönüşür.
Dünya gezegeni artık tamamen ölmek üzeredir. İnsanlar artık Pandora’ya mineral aramaya değil, yeni bir yerleşim bulmaya gelmektedirler. Yaptıkları ilk iş çevresel felaket boyutunda devasa bir yangın çıkarmaktır. Peşinden de robotların hızla inşa etmeye başladıkları, Pandora doğasına düşman şehirler gelecektir.
Toplumsal felaketin kişisel bir boyutu daha vardır. Yeni bir olay çıkmasını önlemek amacıyla hâlen Na’vi klanını yöneten, yıllar önceki direnişin kahramanı JakeSully’nin de aradan çıkarılması gereklidir. Bunun için, ordunun en hain ve şiddet düşkünü birkaç eski askerinin bilincinin avatarlara aktarıldığı bir öldürücü tim oluşturulmuştur. Filmde ölüleri yeniden hayata getirebildiğini fark eden Cameron bu kez ilk filmin kötü adamı, Jake’i yok etmeye çalışırken Neytiri tarafından öldürülmüş olan Quaritch’in bilincini timin başındaki avatara yüklemiştir. Cameron yine Stephen Lang’ın canlandırdığı yeni Quaritch’i çok daha karmaşık bir karakter olarak ele alacak, finalde bu kötücül intikam makinesine finalde beklenmedik insancıllık katacaktır.
JakeSully, peşindekilerin öncelikle Na’vilere saldıracaklarının da bilinciyle hem kabilesini hem ailesini korumak için ailesiyle birlikte uzaklara gitmeye karar verir. Bu yolculuk onları
Okyanus kıyısında yaşayan, Tonowari (Cliff Curtis) ve eşi Ronal (“Titanic”ten 25 yıl sonra tekrar Cameron’la çalışan müthiş karizmatik bir Kate Winslet) tarafından yönetilen Metkayina kabilesine götürür.
Öykünün geri kalan iki buçuk saatlik bölümünü, spoiler vermemek ve izleyicinin keyifle izlemesi için artık anlatmayı keseceğim. Sadece filmin, suyun üstünün ve deniz altının benzersiz dünyasında soluk soluğa izlenen sinemasal bir şiire dönüştüğünü, bu kez kanatlı yunusları andıran, binek aracı olarak hem göklerde hem denizin derinlerinde sürülen “ilo”lar ve yerlilerin ruh ikizi, olağanüstü zeki ve duyarlı balinamsı “tulkun”lar aracılığıyla doğanın tüm yaratıklarının kusursuz uyumunun sürdüğünü belirtmekle yetineceğim.
Bir de finaldeki sekans aracılığıyla ileride bir devam filminin daha geleceğinin belli olduğunu belirtmek isterim ki, “Avatar : Suyun Yolu”ndan aldığım keyfi düşündüğümde bunun bir müjde olduğunu söyleyebilirim.
Son bir notum daha var : Filmi izlerken Cameron’un bu kez, sert eleştirel bakıştan vaz geçerek felsefi, duygusal ve şiirsel bir anlatıma yöneldiğini, öyküsünü de soluk soluğa izlenen bir aksiyon doruğuyla sonlandırdığını düşünmüş, bu tavrı bir kusur olarak değil, kendini hep geliştirmiş olan yaratıcı bir “auteur”ün yeni yönelimi olarak görmüştüm. İzlenimlerimi yazmak için Suyun Yoluna belleğimde tekrar girdiğimde, açıkça olmasa, azar azar algılansa da, Cameron’un ayırımcılık karşıtlığını aynı güçle sürdürdüğünü fark ettim. “Avatar : Suyun Yolu”nda başta ailenin içinde olmak üzere nerdeyse bütün karakterler bir ötekinin ötekisine dönüşmüştür. Zaten doğaları itibariyle İnsan-Na’vi melezi Kiri ile çok küçük bir insan çocuğu olduğu için dünyaya geri götürülememiş, yaşamını Pandora’nın doğasında maskeli olarak sürdüren, çocukların kankası, içinde büyüdüğü ailenin maskotu Spider birer ötekidir. Farkında olmasa da, askeri disiplin takıntısıyla JakeSully, özgür ruhlu, yaratıcı küçük oğlu Lo’ak’ı dışlamaktadır. Bir zamanlar dünyayı kurtarmış olan Toruk Maktu ve ailesi, okyanusa uyum sağlamak için bedensel evrim geçirmiş olan Metkayina sakinlerini için özürlü birer acemidir.
Ayırımcılık, Pandoranın doğasına bile bulaşmış, bu dünyanın bedensel ve zihinsel olarak en gelişmiş türlerinden, birlikte uyum ve sevgi içinde yaşamanın simgesi tulkunlar bile, büyük bir hata yaptığına inandıkları genç tulkun Payakan’ı toplumlarından kovmuşlardır. Bütün bu ötekileştirilmişler içgüdüsel biçemde dışlanmışlıkla onurlu bir mücadele içindedirler. Jake ve ailesi handikaplarına rağmen “su insanı” olmak için müthiş çaba gösterirler; Pandoranın doğası ve ölmüşleriyle iletişime giren Kiri giderek Eywa’ın kanlı canlı bir suretine dönüşür; Spider, en önemli insani kararını verdikten sonra nereye ait olduğunu karar verir; benzer haksızlıklar yaşamış olan Lo’ak ile Payakan, desteği birbirlerinde bulurken beklenmedik kurtarıcılara dönüşürler.
Bu karmaşık ilişki ağını görsel işitsel bir senfoni olarak yöneten, gerçek bir sinefil olarak “Solaris”ten, “Stromboli”nin olağanüstü orkinos katliamına selam gönderen Cameron, DC ve Marvel Evreninde geçen görkemli ama çoğunlukla yüzeysel destanlara karşın, onlaradan da görkemli ve tematik derinliği olan bir evren yaratmıştır. “Avatar”ların, “Abyss”den “Terminator”larla hatta “Titanic”le bağlantılarıyla, artık sinemada bir “James Cameron Evereni”nden söz edilebilir.
Halen vizyona girmiş müthiş başarılı bir film. Kaçırmayın ve mümkünse IMAX formatında izleyin derim.
Yönetmen : James Cameron
Senaryo : James Cameron, Rick Jaffa, Amanda Silver, Josh Friedman, Shane Salerno
Görüntü Yönetmeni : Russell Carpenter
Kurgu : David Brenner, James Cameron, John Refoua, Stephen E. Rivkin
Müzik : Simon Franglen, The Weeknd
Oyuncular : Kate Winslet, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Sam Worthington, Oona Chaplin, Stephen Lang, Cliff Curtis, Joel David Moore, CCH Pounder, Jamie Flatters, Matt Gerald, Jack Champion, Britain Dalton, Duane Evans J.r ve Bailey Bass
ABD / Bilimkurgu-Aksiyon-Macera / 192 Dk.
Şenay Kardeş ilkineg öre gerici aileyi anneyi babayı öne cıkarn bir film diyor. Başka şeyler de diyor. Sanırım sizin bakış açınız bu alanları kapsamıyor. Sinematografiye bakıyorsunuz.
<sevgi ve saygılarımla
daha iyi devam filmi yani çıtayı,ivmeyi yükselten filmler nadirdir ,mesela nolan Batman ı,Yüzüklerin efendisi, teminator.. bu tarz dışında devam filmleri hep birincisinin gölgesinde kalır, açıkçası sinemaya girdiğimde endişe etmiştim ama son zamanlarda en güzel zamanlarımı (abartısız burası) o film sürecinde geçirdim,ayrıca bu yapımı benim için güzel kılan olaylardan biri de 3D gözlüklerle izlediğim filmlerden nefret ederim ancak bu bide Hugo vardı sanırım saat içinde oynayan çocuklar falan vardı,baş döndürücü ruya gibiydi,senaryo doldurucu olmayabilir ancak 2023 yılında ütopik bir dünya olmadığı sürece yazılacak senaryo kalmadı ,tek üzüldüğüm nokta Oscar alamayacak olması