Sonsuza Dek / Eternity
Fantastikle aşkı çok özel biçimde bağdaştıran bir film
‘Sonsuza Dek’ filmini asıl kurtaran özellikle son yarım saatteki gelişmelerdir. Ben başta filmi çok naif bulmuştum. Ama son bölümde sanki başlarda eksikliği duyulan zekâ ve beceri unsurları oyuna girdi. Ve zekâ bir yana, gözümden yaş bile geldi
Haftanın normal gösterim koşullarında sinema yazarlarına sunulan tek filmi. Ayrıca da kendi sınırları içinde son dönemin en tuhaf, en çelişkili, seyirciyi mutlaka bayıltan filmi : Kimilerini öfkeden, kimilerini ise keyiften… Böylesi kolay bulunur mu?
Önce bir aileyi tanırız. En yaşlılarıyla büyük anne ve dede… Sonra çocukları ve torunlarıyla… Sonra da içinde bulundukları o en garip alemi: Burası artık ebediyete teslim olmuş, onun getireceği her şeyi kabullenmiş bir ortamdır. O tuhaf AK’tan (her neyse) çıkıp gelecek, ölümü normal sayan, nasılsa ardından beklenen ebediliğiyle teselli bulan…

Aslında bu son derece etkileyici, aynı ölçüde girift bir aşk hikâyesidir. Daha doğrusu iç içe geçmiş en azından üç, belki daha çok aşk hikayesi… Kendi adıma, bu aşklardan çok etkilendim; özgünlüklerine hayran oldum. Ama izlerken, keşke o garip ve fantastik ‘ebedilik’ olayına el atmasalardı dedim. Elbette yönetmen ve senaryo yazarları hesabına… Ki onlar da hiç tanımadığım(ız) kişiler, onu da söyleyeyim.
Böylece, onların ağzının tadına uyarak, garip, fantastik ve aşırı fantezi gelişmeleri izliyoruz. Hayli geniş bir perdede, hayat ve ebediyet arasındaki ilişkileri… Ruh nedir, ölüm nasıl gelir, Yeni Ahit-Eski Ahit gibi eski kaynaklar bize ne verir… Ahret Koordinatörü, Arşiv Tünelleri, daha neler de neler…
Ama artık somut olarak hikâyeye girelim. Baş kadınımız Joan (Elizabeth Olsen’den etkileyici bir kompozisyon) kanserden yeni sıyrılmıştır. Kocası Larry’ye tam anlamıyla aşıktır. Ama ona başka bir erkek de tutulur : Luke…

Başta dediğim gibi, belki filmin en çekici yanı karşımıza gelir. Ve sonunda kimin kiminle birleşeceği, klasik “Love Story” filminden beri görüldüğü gibi seyircisini tavlar. Özelikle iki aşk arasında kalan Joan… Acaba bu tuhaf hikâyenin bir ‘happy end”i olacak mıdır?
Böylece seyircisini iki arada bir derede bırakan bir film gelir karşımıza… Ve de anılan bir avuç çekici isim… Örneğin birine benzetilen bir dönemin ikon starı Montgomery Clift… Sesiyle anılan unutulmaz şarkıcı Dean Martin… Albert Camus, Jean-Paul Sartre gibi adlarıyla anılan Fransız edebiyatı.… Veya Büyük Umutlar klasiğiyle anılan İngiliz yazarı Charles Dickens…
Ama bence filmi asıl kurtaran özellikle son yarım saatteki gelişmelerdir. Ben başta filmi çok naif bulmuştum. Ama son bölümde sanki başlarda eksikliği duyulan zekâ ve beceri unsurları oyuna girdi. Ve zekâ bir yana, gözümden yaş bile geldi.
Olsen’i zaten övmüştüm. Ama onun çifte aşıklarındaki Miles Teller-Callum Turner ikilisi… O devasa şişman, siyahi Anna’da inanılmaz biçimde göz dolduran Da’Vine Jay Randolph… Ve diğer yan oyuncular…
Tüm bunlar bir araya geldiler. Buna kimi yabancı eleştiriler de katılınca, önce X X verdiğim filmin notu X X X oldu.
İşte böyle… Seçim her zamanki gibi siz seyircilerin…
Yönetmen : David Freyn
Senaryo : David Freyn, Patrick Cunnane
Görüntü Yönetmeni : Ruairí O’Brien
Kurgu : Joe Sawyer
Müzik : David Fleming
Oyuncular : Elizabeth Olsen, Miles Teller, Callum Turner
ABD / Romantik komedi-Fantastik-Dram / 112 Dk.









