28 Yıl Sonra / 28 Years Later

BABA VE OĞUL ZOMBİLERE KARŞI?

Sinema salonundan biraz ‘yönümüzü şaşırmış’ ama keyif almış bir şekilde çıktığımızda filmin bir sonraki seansına girecek seyirci bize : ‘Ne tür bir filmdi?’ diye sorsaydı, cevabımız : ‘Danny Boyle filmi!’ olurdu herhalde!

OrtaKoltuk Puanı:

 

APOKALİPTİK KARAKTERLER

Son 15-20 yıldır gerçek anlamda ‘Altın çağını’ yaşayan ‘distopik’ filmler son zamanlarda biraz nefesini kaybetmeye başladı. Bu, kuşkusuz belki de filmlerde sunulacak ‘doğal felaket’ kalmamış olması kadar, seyircilerin artık dünyanın kötü ‘gidişatından’ sıkılıp (ve istemeden kabul ederek) bir ‘umut’ arayışında olmasından da kaynaklanıyordu. Günümüzün şartlarını düşününce bu ‘umudun kökeninde’ daha çok sanal dünya ve yapay zekanın sunduğu olanakların yer aldığı söylenebilir. Nitekim ‘Matrix’ filmi bu açıdan yeni bir akım başlattı!

Aslında ‘ tekrar distopik filmlere dönecek olursak : artık ‘yıkacak’ bir şey kalmayan (!) dünyada ana öğelerden biri de bu ‘apokaliptik’ ortamı daha da tehlikeli getiren karakterlerdi. Sinema tarihinde ilk emarelerini ‘Omega Man’ (1971) ile vermiş olan bu tür, çoğu kez ana karakterlerin karşısında dikilen bir yaşayan ölü başka bir deyişle bir ‘zombi’ ordusunu’ koymayı seçti. Tabii ki bu ‘tehdit’ de çok tutuldu ve korku/gerilim, macera hatta (kara) komedi gibi birçok değişik tarzda sunulan bu ‘zombili’ distopik filmler zaman zaman içinde sosyal analizler, günümüzün politik dünyasına göndermeler ve sinema tarihine referanslar içeren yapımlar haline geldiler.

Tabii Hollywood sinemasının değişmez ‘şartları’ bu yapımların çoğunu şık ama sığ, ruhsuz, fazla derin konulara dalmayan, sıradan filmlere indirgemişti ama kabul edelim ki bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan ’28 yıl sonra’ hoş bir sürpriz yaratıyor. Çünkü her şeyden önce yönetmenlik koltuğunda Danny Boyle ve senarist görevinde (bizce ‘Civil War’ filmiyle yönetmenlik rüştünü de ispat etmiş) Alex Garland var. Şu ana kadar etkileyici ve bir o kadar da deneysel bir yol izlemiş olan ikili bir kere daha beklentilerin aksine akan, hem formatıyla hem de içerik ‘eklemleriyle’ dikkati ayakta tutan, keyif veren ve benzerlerinden (ilk bakışta fark edilmeyen ama) hikaye ilerledikçe ayrışan bir yapım çıkarmışlar.

Konuya bakacak olursak : Birleşik Krallık 30 senedir karantina halindedir ve ‘ana kara’ yıkılmış, tehlikeli ve her türlü zombinin adeta ‘kol gezdiği’ bir yer haline gelmiştir. Sadece bir grup insan ana karaya denizden ‘doldurulmuş’ bir patika ile ulaşılabilen bir adacıkta, kale içinde yaşamaktadır. Bir gün kalede yaşayan Jamie ve çocuk yaştaki oğlu Spike hem Spike, bu ‘dış dünyayı’ tanısın hem de bir anlamda ‘rüştünü ispatlasın’ diye beraberce ana karaya giderler. Başta kısa bir keşif süreci gibi görünen bu süreç yaşanan saldırılarla ve Spike’ın hasta annesini iyileştirebileceğine inandığı (ana karada yaşayan) esrarengiz bir doktoru bulma isteğiyle zorlu bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür.

İLK FİLMLE BAĞLARI KOPARMAK!

Öncelikle geçmişe bir bakalım : hatırlanacağı üzere Boyle bu hikayeye ilk adımını (arada sadece yapımcılık görevini üstlendiği ’28 hafta sonra’ filmini saymazsak) 2002 yılında imzaladığı ’28 gün sonra’ filmiyle atmıştı. Dolayısıyla tam 23 sonra gelen bu devam filmi çok geç gelmiş durabilir. Üstelik ‘Baba’ serisinden ‘Matrix’ üçlemesine kadar giden listede, yönetmenlerin zamanında büyük başarı kazanmış filmlerine yaklaşık 20 senelik bir aradan sonra dönmeleri, işin içinden ‘hasarlı’ çıkmalarına neden olabildi.

Ancak Boyle uzun bir aradan sonra bir ‘devam’ ekleme yolunu pek seçmiyor. Hatta filmin etkileyici epilog bölümü adeta ilk filmin açık bıraktığı kapıları ‘elinin tersiyle ‘itiyor ve yeni bir hikaye başlatıyor: ücra bir evde hatta bir odada bir grup çocuk eski tarz tüplü bir televizyonda çizgi film izliyorlar. Ama yüzlerinde bir eğlenme ve keyif almadan ziyade bir endişe, bir sıkıntı ve bir korku ifadesi var. Sert bir zombi saldırısıyla kesilen bu sekans daha en baştan filmin senaryosuna bir ‘sil baştan’ görüntüsü veriyor.

Ortam büyük ölçüde benzerlik taşısa da ilk filmle ‘köprüleri tamamen atan’ bu giriş, sonrasında yönetmenin adeta ‘freni boşalmış bir araba’ gibi hikayeye ‘bodoslama’ dalması ve arka arkaya değişik ipuçları saçmasıyla devam ediyor. Yönetmenin bu hızı hatta acelesi bazılarına ilk filmini çeken, yeni mezun bir sinema öğrencisinin sabırsızlığı gibi gelebilir ama bizce karşımızda olan ‘kamikaze’ hızıyla ilerleyen bir blockbuster!

Artık kanıtlayacak hiçbir şeyi kalmamış olan yönetmen, belki biraz da ‘kibirli’ bir tarzda ‘zombili’ korku filmlerinin bütün kodlarıyla oynuyor, uslu bir macera filmiyle kanlı bir ‘Buddy movie’ arasında mekik dokumaktan imtina etmiyor ve sanki hiçbir şeyi kafasına takmadan, son sürat senaryosunu kuruyor.

DEĞİŞİK KAMERA SEÇİMLERİ…

Bu filmde Boyle ve senaristi Garland sanki her şeyi yapmaya ‘cüret ediyorlar’! Çok daha oturaklı, ciddi, karamsar ve ağırbaşlı bir korku filmi çekmek yerine durmak bilmeyen, uçuk ve zaman zaman gülünç bile görünmekten korkmayan bir sinema dili kullanıyorlar: kusursuzluk ve grotesklik sık sık yan yana geliyor; basit hatta klişe durabilecek diyaloglar büyük ruh değişimlerine yol açabiliyor ve finaldeki ‘tırmanma ’(detaylara girmeyeceğiz) sekansı dokunaklı olduğu kadar güldüren bir hava da taşıyabiliyor.

Hatırlayacağımız üzere yönetmenin 2002’de çektiği ilk film de format açısından alışılmışın dışındaydı: yönetmen nerdeyse bütün film boyunca mini-DV kamera kullanmış, hareketli omuz kamerası çekimleriyle zombi saldırılarını daha gerçekçi, biraz belgesel tadında sunmayı seçmişti.

Bu film ise bir iPhone kamerasıyla çekilmiş… Tabii ki elektronik aletlerde çok sayıda modifikasyon yapılmış ve birçok özel lense başvurulmuş ama yine de sonuçta ıPhone’la çekilmiş. Yönetmen, bu değişik kamera seçimi ve ‘pozlama’ derecesiyle görüntü yönetmeni Anthony Dod Mantle’ın çektiği güzel görüntüleri bile şöyle bir ‘çiziktirmeyi’ göze alıyor.

Aslında bizce yönetmenin bu deneysel tarzında sadece bir şaşırtma gayreti veya ‘anlayan anlar’ kendi beğenmişliği yok. Daha çok sinemanın özüne ve bu ‘öze’ karşı olan bağlılığını daha da göz önüne çıkarma isteği var. Boyle bir anlamda, çok kullanılan bir film türünde bile nasıl farklılıklar yaratabileceğini kanıtlıyor.

Oyunculara bakacak olursak : baba Jamie rolünde Aaron Taylor Johnson (bu arada bizce bu filmde fena halde Jared Leto’yu andırıyor), hasta anne İsla rolünde Jodie Corner ve çocukları Spike’ı canlandıran Alfie Williams görevlerini layığıyla yapıyorlar ve başarılı performanslar sunuyorlar ama bizce filmin asıl yıldızı gizemli doktor İan Kelson’a hayat veren usta oyuncu Ralph Fiennes oluyor. Bu kadar kaotik ve ‘curcunalı’ bir ortamda canlandırdığı karaktere belli bir sempati duymamız oyuncunun çizdiği portreye kattığı nüanslardan kaynaklanıyor.

Sonuçta sinema salonundan biraz ‘yönümüzü şaşırmış’ ama keyif almış bir şekilde çıktığımızda filmin bir sonraki seansına girecek seyirci bize : ‘Ne tür bir filmdi?’ diye sorsaydı, cevabımız: ‘Danny Boyle filmi!’ olurdu herhalde!

Yönetmen : Danny Boyle

Senaryo : Alex Garland

Görüntü Yönetmeni : Anthony Dod Mantle

Oyuncular : Aaron Taylor-Johnson, Jodie Comer, Alfie Williams, Ralph Fiennes, Jack O’Connell, Erin Kellyman, Edvin Ryding, Angus Angus Neill, Christopher Fulford, Gordon Alexander, Joe Blakemore, Geoffrey Newland

İngiltere / Korku-Gerilim / 115 Dk.

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz