Aynı İpte Asılı
Film, bildiğimizi bize bilmediğimiz bir özgünlükle sunmaya çalışıyor. Bütününe bakıldığında ise, sade ve doğal oyunculuklarıyla ve aşina olunanı kendine has ele alma şekliyle izlenmeyi hakediyor.
Yönetmen ve senarist Barış Demirdelen’in çıkış filmi olma özelliği ile gençlik kaygılarına ve ideallerine odaklanan “Aynı İpte Asılı”, MUBİ platformu üzerinden seyirciye servis edilmeye başlandı. Film ekibinin mutfakta hep birlikte hazırladığı bu film, Demirdelen’in ilk filmi olduğu için görücüye çıkıyor. Filmi izlemeye başlamadan ilgi çeken nokta, oyuncuların gerçek adlarının karakterlerinin adları olarak tercih edilmesi. Genç kadrodan oyuncu ekibinin, gençlik sorunlarını ele alan bir filmde kendi adlarını kullanması merceği bir nebze daha renklendiriyor. Dilerseniz vakit kaybetmeden filme geçelim..
En Kötü Senaryoya Hazırlanmak?
Film Büşra’nın abisi Ali’yi evde yalnız halde gördüğümüz halden diğer karakterlerin peyderpey eve gelmesine evrilerek yavaş yavaş şekillenmeye başlıyor. Büşra, Efe ve Güray’ın yaşadığı bu evde açılış sekansının aslında evde yaşamayan Ali karakteri ile yapılması, seyircinin de evdeki misafirliğinin altını çiziyor. Seyirci olarak bizler evde görünmeyen misafirler olarak filmi izlemekten çok, bir arkadaş evini ziyarete gittiğimizde denk geldiğimiz aile krizinin ortasına düşmüşcesine filme eşlik ediyoruz. Ev ahalisinin misafirlere dönük hissettiği ve anlamlandıramadığımız bu gerilim bizi içine çekiyor. Bizden önce bir şeyler yaşanmış fakat geç kalıp yakalayamamışız bilinci ile hareket ederek sonuçlarına tanık olduğumuz olayın aslını keşfetmeye çalışıyoruz.
Evdeki kaos hali ünlü Arjantinli Fransız Yönetmen Gaspar Noe’nin “Climax” filmini andırırken, karakterlerin yalnızca alkol aldıklarına ve herhangi bir uyuşturucu madde kullanmadıklarına inanmak güç oluyor. Memlekette ebeveynlerini, eşini ve çocuğunu bırakarak birkaç gündür İstanbul’daki kardeşi Büşra’nın evinde kaldığını öğrendiğimiz Ali ile Büşra, kardeşi Efe’yi ziyarete gelen Sinan ile Efe arasında yoğun olarak gelişen tartışmalara şahit oluyoruz. Uzunca bir süre farkına vardığımız tek şey bu evde misafirliğin hoş karşılanmadığı oluyor. Ev halkının misafirlere karşı olumsuz tutumunun altında yatan sebebin, kapalı bir sistem olmalarına bağlı olarak yaşamlarının çıplak bir şekilde gözler önüne serilmesi ve gelen misafirlerin arı kovanına çomak sokarcasına karakterlerin yaşamları hakkında içgörü kazanmaları için ayna işlevi görmeleri olduğunu anlıyoruz. Yaşananların ne olduğunu tam kestiremediğimiz yerde, soru işaretleri ile dolu olan aklımız da bizi yaşanma potansiyeli olan her şeyin üzerinden geçerek en kötü senaryoya hazırlıyor.
Oysa Gençlik Gerçekten Kaygısızlık Mıdır?
Filmde gerilim dolu akşam bitse de ortalıktaki şişelerin toplanması gibi karakterlerin içsel bir muhasebe yaparak ilişkilerini yeniden yapılandırmaya çalıştıkları bir sabaha uyanıyoruz. Karakterlerin bünyelerinde hissettiklerine benzer şekilde akşamdan kalma sorunların daha berrak bir zihinle çözümlenmeye çalışıldığı bir sabah bu. Akşamki evin bir “öteki sahne” olma gerçekliğinde, karakterler akşamki varoluşlarına yabancılaşarak ve tuhaf bir kabullenişin reddi ile bakıyorlar. Süregiden diyaloglarda, sancılı sürecin ev halkı arasındaki iletişim problemlerine, dürüst ve samimi davranmayışlara, varsayımlara, suçlamalara, suçlu hissedişlere ve önyargılara yaslı olduğunu kavrıyoruz. Tartışmaların şiddet içerikli boyutu göz önüne alındığında, filmin ilk yarısında şaşırtmacalı olarak servis edilen malzemenin altından çıkan bu tablo, beklentinin altında kalsa da film bize gençlik dönemine özel bir şey dile getiriyor.
Gençlerin deneyimlediği duygusal, sosyal ve ekonomik kaygılar, genel geçer problemler biçiminde aktarılmasına rağmen, bu kaygıların onlar üzerindeki yansıması pek de genelleştirilebilecek cinsten değil. Efe’nin kirasını ödeyemeyişinin ve ev arkadaşı Güray’a karşı duyduğu mahcubiyetin, Güray’ın arkadaşlarına kıyasla daha iyi ekonomik koşullara sahip olsa da kazandığını harcayacak imkan bulamayışının, Büşra’nın “noname” bir oyuncu olarak seçmelere gidişinin ve istediği başarıya hem ekonomik hem verim olarak ulaşamayışının ve Ali’nin yaşamı boyunca ebeveynleri tarafından kendisine dikte edilenleri “doğru” kabul edişinin ve memleket sınırları içerisinde kurduğu evliliğinden doyum alamayışının yükleri biniyor sırtlarına. Geleceğe yönelik kaygılarından, umutsuzluklarından, mutsuzluklarından ve yalnızlıklarından sıyrılabilmek ya da kısa süreli de olsa bunları unutabilmek adına dağınık ve savruk bir tekdüze yaşam seçiyorlar kendilerine. Suların durulduğu gün doğumunu, ulaşamadıkları hayalleri ve beklentilerinin yerine koyarak seyrediyorlar. Her biri kendi boşluğunda fakat aynı ipte asılı olduklarının farkına varmaya çalışarak..
İçimizdeki ve Dışımızdaki Ebeveynler
Filmin dikkat çeken unsurlarından biri de Efe, Ali ve Büşra karakterlerinin ebeveynlerince onaylanmayan bir yaşam şeklini sürdürüyor olmaları. Özellikle, Büşra’nın abisinden “Babamdan aldığın parayı alkole veriyorsun, her gün şarap içiyorsun” cümlesini duymasıyla birlikte içine girdiği suçluluk sarmalından anladığımız üzere.. Memleketten gelen ve bir nevi ebeveynlerinin uzantısı niteliğinde olan abisinden işittiği suçlamalar olduramadığı yaşamını hatırlatıyor Büşra’ya. Üstelik ailesinin onaylamayacağını düşündüğü şeyler, parasını alkol için kullanması ile sınırlı değilken. Benzer haliyle, Efe’nin abisi aracılığıyla ebeveynleri ile dolaylı iletişim kurduğu ve beyaz yakalı abisinin aksine “başarılı ve hayırlı evlat” konumunu elde edemediğini düşündüğü izlenimini ediniyoruz.
Filmi ünlü psikanalist Freud’un yaklaşımı (süperego-egoideali) açısından değerlendirdiğimizde, süperego ebeveynlerin koyduğu içselleştirilmiş kuralları temsil ederken, edo-ideali insanın kendine dair içselleştirdiği ve olmayı istediği versiyonu temsil etmektedir. Ebeveynlerimizin öğretileri ve beklentileri ile şekillenen ve dolayısıyla toplum içerisinde belirli otorite ve yapılanmalara uyum sağlamamıza yardımcı olan “süpergo” ile olan ilişkimizin bozulması durumunda suçluluk duygumuz devreye girmektedir. Böylelikle, bir fotoğraf karesine uygun düşmeyen nesne gibi hissetmemiz kaçınılmaz olmaktadır.
Gençlerin özellikle müdahaleci ve baskıcı ebeveynlerinin istek ve arzuları ile örtüşmeyen yaşam tarzları suçluluk duygularını harekete geçirirken, ego ideallerine ulaşamayışları ise utanç duygusunu yaşamalarına neden olmaktadır. Utanç duygusu, suçluluk duygusunda benliğe atfedilmemiş olumsuz hissiyatın tamamen benliği hedef alması anlamına gelmektedir ve hedef alınan benlikte ağır bir değersizlik hissine yol açabilmektedir. Film süreci boyunca, karakterlerin ebeveynleri ile kurdukları ilişkilerin kalitesi ve ebeveynleri tarafından kabul görmeyecekleri yönündeki fikirleri göz önüne alındığında, önce suçluluk duygusuna hatta zaman zaman utanç duygusuna savrulmaları şaşırtıcı olmamaktadır.
Üçgenleşmeye Dayalı Romantik İlişkiler
Filmde öne çıkan yönlerden birisi de ev arkadaşları olarak bildiğimiz Büşra, Efe ve Güray arasındaki “aşk üçgeni”. Transaksiyonel Analist Stephen Karpman’ın deyişiyle ise “drama üçgeni”. Yıllar önce Büşra ve Efe arasında yaşandığını fakat bittiğini tahmin ettiğimiz romantik ilişkinin bu defa Büşra ve Güray arasında gelişmesi karakterler arasında çatışmalı bir ilişkinin oluşumuna sebep oluyor. Büşra ve Güray’ın ilişkilerini Güray ile paylaşmadaki çekingenliği ve paylaşmamaya dair tercihleri söz konusu drama üçgeni içerisinde Efe’yi yalnızlık ve çaresizlik hissine ve bunun sonucunda da bazı tedbirler almaya itiyor.
Drama üçgeni 1968 yılında Karpman tarafından masal karakterlerinden esinlenilerek oluşturulan, her köşesinde farklı özelliklerde birbirini tamamlayan farklı rollerin yer aldığı bir sahne. Kurban, kurtarıcı ve zalim olmak üzere temelde üç rol seçeneği sunan bu sahnede kişilerin içinde bulunmak zorunda kaldığı bu roller onları mutsuz ediyor ve kendi hayatlarının sorumluluğunu almalarını engelliyor. Ortaya çıkışında esin kaynağı olan masallarda bu rolleri rahatlıkla görebiliyoruz. Örneğin; Sindirella(külkedisi) masalına değindiğimizde; masalda külkedisi kurban pozisyonundadır, üvey anne ve üvey kardeşler zalim pozisyonunu alırken, yakışıklı prens kurtarıcı rolündedir. Her ne kadar masal karakterleri baz alınarak oluşturulsa da, drama üçgenlerine filmlerde de rastlamak mümkün.
Her karakterin aslında her rolde yer almasının olası olduğu drama üçgenlerinde, kurban, kurtarıcı ve zalim rolleri oldukça geçirgen. Film süresince, Büşra, Efe ve Güray karakterleri birbirlerine kendilerini ifade etmeye çalıştıkça ve seyirci olarak bizler karakterleri anlamaya başladıkça, drama üçgenindeki rolleri biz onlara teslim etmiş oluyoruz aslında. Bahsi geçen bu üçgenleşme, hem ilişkilerin inşa edilmesine hem de işlevsiz bir biçimde sürdürülmesine hizmet eder hale geliyor. “Aynı İpte Asılı” ismi karakterler arasında yalnızca ortak duyguların hissedilmesine değil bu üçgenleşmeye de tekabül etmesi açısından önem taşıyor.
Kurmaca mı Kurmaca Dışı mı?
Filmde, oyuncuların kendi adıyla oynaması, hareketli kamera kullanımı, çoğunlukla ev ortamı gibi bir iç mekanın tercih edilmesi, bu iç mekanın bir tiyatro sahnesini andırması, kurmaca olmaktan çok kurmaca dışı bir film olduğu ihtimali üzerinde durmamıza sebebiyet veriyor. Bunun yanında, diyalogların ustaca değil doğallıkla yazılması ve oyuncuların da bu doğallılığa oyunculukları ile katkı sağlamaları filmin kurmaca dışılığını destekler biçimde.
Birçok sekansta, oyuncular sahneden ayrıldıktan sonra, kamera çekiminin devam etmesi uzamsal olarak da seyirciyi filme ortak ediyor. Hatta filmin bitiminde, oyuncular henüz filme devam ederken kameranın biz seyircilere işaret edilişi, bunun bir film akışı değil yaşam akışı olduğunu vurgulamak istiyor. Film, aslında bildiğimizi bize bilmediğimiz bir özgünlükle sunmaya çalışıyor sanki.. Bütününe bakıldığında ise, sade ve doğal oyunculuklarıyla ve aşina olunanı kendine has ele alma şekliyle izlenmeye değer..
İyi seyirler..
Yönetmen / Senaryo / Görüntü Yönetmeni : Barış Demirdelen
Kurgu : Barış Demirdelen / Selda Taşkın
Oyuncular : Büşra Nur Albayrak, Efe Akercan, Ali Kurum, Güray Doğru, Ayşe Mutlusen, Sinan Arslan, Eray Karadeniz
Türkiye / Dram / 112 Dk.