Filmekimi Joker’le Güzel
‘JOKER’ İLE GÖRKEMLİ AÇILIŞ
Son yılların en iddialı ve parlak programına sahip filmekimi bütün hızıyla devam ediyor
Altın Aslan Ödüllü çizgi film uyarlaması ‘Joker’ filmekimi’nin açılışını yapıp, ertesi gün vizyona girdi. Bu son derece sert toplumsal eleştiri çürümeye yüz tutmuş bir topluma karşı tutulan bir ayna niteliğinde. Farklı sosyal sınıflara mensup iki aile üzerinden Bong Joon-Ho, ‘Parazit’te metaforlar aracılığı ile Altın Palmiye Ödüllü bir toplumsal eleştiri çıkarıyor.
Cannes’dan çifte ödüllü ‘Burası Cennet Olmalı’ ile Elia Suleiman ikiyüzlülüğümüze ayna tutuyor. Claude Lelouch ‘En Güzel Yıllarımız’ ile romantik ve nostaljik tatlar sunuyor. Ken Loach sosyal içerikli filmlerini sürdürürken ‘işçi sınıfının yönetmeni’ sıfatının hakkını veriyor. Pedro Almodovar’ın otobiyografik ‘Acı ve Zafer’i ile Malick’in bilinmeyen kahramanlık öyküsü ‘Gizli Bir Yaşam’ filmekimi’nin beğeni kazanan iki filmi oldu.
Bu yazımızda filmekimi’nin öne çıkan yedi filminden söz edeceğiz.
İKİ ‘EN İYİ FİLM’
‘Parazit’ on sinema eleştirmeninin oylamasında filmekimi programının en iyi filmi seçildi. Güney Kore’ye tarihinin ilk Altın Palmiye Ödülü’nü kazandıran, ülkenin tüm gişe rekorlarını kırarak 10 milyon izleyiciye ulaşan filmde Bong Joon-Ho’nun imzası var.
Filmin merkezinde birbirinden derin farklarla ayrılan iki aile var; Makyavelist, zengin, burjuva Park ailesiyle, tüm bireyleri işsiz, fakir Kim ailesi. Farklı sosyal sınıflara mensup bu Seul’lu iki aile üzerinden Bong Joon-Ho metaforlar aracılığıyla etkileyici bir toplumsal eleştiri çıkarmayı başarıyor.
Ülkesinin neo-liberal sistemini bir laboratuvar olarak ele alan senarist-yönetmen, sınıf çatışmasını ince bir mizah duygusu eşliğinde gözler önüne seriyor.
Bir bodrum katında sefalet içinde yaşayan Kim ailesinin fertleri gerçek kimliklerini bir şekilde saklayarak birer birer zengin Park ailesinin hizmetine giriyor. Bu şekilde iki aileyi aynı evde, aynı ortamda bir araya getiren yönetmen, trajikomik öyküsüyle, Batılılaşan ülkesinde kapitalizmin yaptığı tahribatı, sınıf atlama çabasını ve servet kibrinin yol açtığı durumu gözler önüne seriyor.
Mayıs ayında Cannes’da Uluslararası Sinema Yazarları Birliği’nin (FIPRESCI), En İyi Film Ödülü’nü verdiği, Elia Suleiman’ın ‘Burası Cennet Olmalı/It Must Be Heaven’ını, Alejandro Innaritu başkanlığındaki jüri Özel Mansiyon ile ödüllendirdi.
Bu otobiyografik filmde ES adındaki (kendi canlandırdığı) başkarakter, dünyanın üç köşesinden (Paris, New York ve Nazaret) ‘insanlık durumu’ tespitleri yapıyor.
Alternatif bir vatan arayışıyla Filistin’den kaçan ES, Filistin’in hep peşinden geldiğini fark eder. Filmde, New York ve Paris sokaklarında ES’in her gördüğü absürt olayın kendisine ülkesini hatırlattığına tanık oluyoruz.
FIPRESCI, ödülünün gerekçesini şu cümlelerle açıklamıştı; “Mizahtan beslenen içeriğiyle ‘Burası Cennet Olmalı’, kültürel farklılıklar ve politik kriterlere yer verdiği, dinler üstü bir hikâye anlatıyor. Dikkatli bir gözlem gücünün eseri olan film, sergilediği koreografik sinematografisiyle, absürt tonuyla ikiyüzlülüğümüze ayna tutuyor.”
SİNEMANIN İKİ VETERAN YÖNETMENİ
Filmekimi programı içindeki filmlerin en romantik ve en nostaljik olanı, şüphesiz ki Claude Lelouch’un ‘En Güzel Yıllarımız/Les Plus Belles Année d’Une Vie’si idi.
Altın Palmiye Ödüllü ‘Bir Erkek ve Bir Kadın’ın kahramanlarını 53 yıl aradan sonra tekrar bir araya getiren, yılların eskitemediği Fransız yönetmenin, duyguları ifade etmedeki becerisine, izleyicinin yüreğine hitap etmedeki hünerine, bir kez daha tanıklık ettik.
Trilojinin bu son filminde, yılların tahribatına rağmen, 89’luk Jean-Louis Trintignant ile 87’lik Anouk Aimée’yi, yaydıkları enerji ile ekranda görmenin büyüleyici nostaljisini yaşadık. Film, iki müthiş müzisyene ithaf edilmiş, aramızdan ayrılan besteci Francis Lai ile şarkıcı Pierre Barouh’a.
Lelouch, filminin senaryosunu Annie Girardot’nun Alzheimer hastalığından ilham alarak yazmış. Diyaloglarındaki yardımcısı ise 12 yıllık hayat arkadaşı Amerikalı Valérie Perrin.
İşçi sınıfının yönetmeni olarak birçok yapıta imzasını atan Ken Loach, sosyal içerikli filmlerindeki kapitalist sistemin çarkları karşısında çaresiz kalan, çıkışsızlık yaşayan kahramanlarının öykülerini, ”Üzgünüz, Size Ulaşamadık/Sorry We Missed You” ile sürdürüyor.
Paul Laverty, ezilen işçi sınıfından insan dramlarını senaryolarına aktarmayı, proleteryanın sesi olmayı inatla sürdürüyor. Ken Loach, kendisine altın tepsi içinde sunulan bu senaryoların hakkını verip, yaşadığımız toplumda dar gelirli olmanın, sıkıntı içinde yaşamanın zorluğunu bizlere insanın içini acıtan bir tonla anlatmayı sürdürüyor.
Filmde Newcastle’da sözleşmeli çalışan dört kişilik bir işçi ailesinin gözyaşlarımızı zorlayacak acı-tatlı bir dramı beyazperdeye aktarılıyor. Film o kadar gerçekçi ki her sahnesini yüreğimizde bir yumrukla izliyor, insanlığınızdan utanıp, isyanımızı gizleyemiyoruz. Neo-liberalizmin getirdiği kemer sıkma politikalarının dünyamızı felaketin eşiğine getirdiğini dile getiren Loach, yine de umudumuzu korumamızı istiyor.
İKİ MÜTHİŞ USTALIK GÖSTERİSİ
Bu yıl Pedro Almodovar ‘Kendisi Hakkında Her Şey’i anlattığı ‘Acı ve Zafer/Dolor Y Gloria’ ile hak ettiği Altın Palmiye’yi yine alamadı. Innaritu başkanlığındaki Cannes jürisi filme teselli armağanı kabilinden, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü (Antonio Banderas) verdi.
İspanyol yönetmen parlak kariyerinde ‘yüksek topuklu kadınları’, ‘annesi hakkında her şeyi’, ‘bir kadına dönüştürülen erkeği’, ‘sinir krizi eşiğindeki kadınları’ anlatmıştı.
Sıra erkeklere gelmişken Almodovar ‘Acı ve Zafer’de kendinden bahsetmeyi tercih etmiş. Bu otobiyografik filmde Almodovar, büyük bir sanatçı olmanın bilincinde, ancak narsisizmden uzak, içini dökme fırsatını buluyor. Bunu yaparken acı veren hatıralar, itiraf, suçluluk duygusu ve samimiyet temalarının hakkını veriyor. Filme adını veren ‘zafer’ kahramanın parlak geçmişini ‘acı’ ise emeklilik ve depresyon yıllarını tarif ediyor.
İnsan arasına karışmayan, basına röportaj vermeyen, asosyal Terrence Malick, sinema sanatının en gizemli yönetmeni. Sekiz yıl önce Cannes’a ‘Hayat Ağacı’ ile kazandığı Altın Palmiye Ödülü’nü almak için gelmeyi reddetmişti.
Malick bu yıl da Cannes’a son filmi ‘Gizli Bir Yaşam’ı sunmak üzere gelmedi. Bu filmle yönetmen ‘İnce Kırmızı Hat’ başyapıtından 21 yıl sonra 2. Dünya Savaşı’nın dramatik dönemine dönüş yaparak, bilinmeyen bir kahramanlık öyküsünü anlatıyor.
Hitler’e bağlılık yemini etmeyi reddettiği için işkence edilip öldürülen Avusturyalı çiftçi Franz’ın müthiş direniş öyküsü, filmde bir tek savaş sahnesi olmadan anlatılıyor.
Savaşın getirdiği psikolojik buhranı işlerken, Malick aile birliğine ve aile olmanın önemine verdiği değerin altını bir kez daha çiziyor.
Güçlü bir aşk filmi olan ‘Gizli Bir Yaşam/A Hidden Life’, birbirlerine güvenen, birbirlerini ölümüne destekleyen bir köylü çiftin etkileyici aşkını anlatıyor. İdam öncesi bu ikiliyi karşı karşıya getiren sekans, filmin en başarılı olanı Malick’in başarısına kameran Jörg Widmer’i ortak etmek lazım.
‘ŞAKACI’ BİR PALYAÇO
Geçen ay Venedik’ten Altın Aslan Ödülü ile ayrılan ‘Joker’ filmekimi’nin açılışını yaptıktan sonra ertesi gün vizyona girdi. Film, bizleri üst üste yediği darbelerle kaybeden bir insanın zihninin karanlık labirentlerine bir geziye götürüyor.
Çizgi film uyarlamasından, alışılmadık güçlü bir sinema duygusu ve mükemmel bir sinematografi ile Todd Phillips, bizlere bir başyapıt yapılacağını ‘Joker’ ile ispat ediyor.
Film, çürümeye yüz tutmuş bir topluma karşı tutulan bir ayna niteliğinde. Modern toplumun kendi halinde iyi huylu bir adamı deliliğin eşiğine getirebileceğini ve modern hayatın insanı çıldırtabileceğini, sert ama sağlam bir dille gözler önüne seriyor film.
Bu psikolojik gerilim filminde, Batman’ın can düşmanı olarak izlemeye alışık olduğumuz Joker karakterini ilk kez tek başına izliyoruz. Eleştirmenleri ikiye bölen bu film için, “mükemmel bir şekilde cesur” diyenler de, “meydan okuyan ve tahrip edici” diyenler de oldu. Filmi agresif bulanlar da oldu, “kötücül bir çöplük” olarak niteleyenler de. İMDb ‘Joker’e en çok puan alan çizgi film uyarlaması olarak 9,7 puan verdi.
Film, 1976 tarihli Martin Scorsese başyapıtı, Altın Palmiyeli ‘Taksi Şoförü’ ile akrabalıklar taşıyor. Vietnam Savaşı’nın izlerini ve travmasını üstünden atamayan, çıldırıp elini kana bulayan, asosyal Travis ile ‘Şakacı/Joker’ ‘Arthur’un düşünce kalıpları ve hayata bakışları aynı.
Travis, tanımadığı bir politikacıya suikast düzenleyerek varlığını ispat peşindeyken, Arthur, annesini hamile bırakıp, hizmetçi olarak çalıştığı evden kovduğunu düşündüğü belediye başkan adayı Thomas Wayne’den intikam alma peşinde.
Pinochet iktidarı sırasında, John Travolta’ya özenen, dansçı olma hayali ile yaşayan bir gencin öyküsünü anlatan, Pablo Larrain’in ‘Tony Manero’su da (2008), konusu itibarı ile ‘Joker’le benzerlikler taşıyor.
Gotham’ın fakir bir mahallesinde, hasta annesiyle yaşayan, asosyal, başarısız komedyen, toplum tarafından dışlanan, itilen kakılan, mutsuz ve talihsiz bir adam olan Arthur’un (Joaquin Phoenix) öyküsünü izliyoruz. Babasız büyüyen Arthur, geçimini sağlamak için palyaço kıyafetiyle patronunun yolladığı yerlerde palyaçoluk yapar. Ancak sebepsiz yere maruz kaldığı zorbalıklar onun git gide topluma aykırı, tehlikeli bir adam haline gelmesine neden olur. Kimliğinden uzaklaşan Arthur, Joker karakterine bürünüp kendisini Gotham’ın suç ve kaosunun içinde bulur.
Kontrol edemediği kahkaha krizleri, işinden haksız bir şekilde kovulması, zenginle fakir arasındaki makasın gitgide açıldığını görmek, Arthur’un kontrolünü kaybetmesine yol açar. Hayranı olduğu bir talk show sunucusu olan Murray Franklin’in (Robert de Niro) bir stand-up gösterisi sırasında davet ettiği Arthur’u komik duruma düşürüp aşağıladığı final bölümü filmin en iyi sekanslarından biri.
Film boyunca ekrandan eksik olmayan Joaquin Phoenix, müthiş performansıyla kariyerinin bu en başarılı rolüyle, üç kez aday gösterildiği Oscar Ödülü’ne bu kez çok yakın. ‘The Dark Knight’da Joker performansıyla Heath Ledger, hayatını kaybettikten sonra En İyi Yardımcı Aktör Oscar’ına layık görülmüştü. Akademi, bu yıl Joaquin Phoenix’e hak ettiği heykelciği verirse Joker rolü ikinci kez ödüllendirilmiş olacak.
Senaryo yazarı-yönetmen Todd Phillips’in ‘Hangover’ serisinin üçüncü filminden başka bir başarısı yok.
Victor Apalaçi; ne filmler ne hayatlar değil mi; sabahın erken saatlerinde uyanıp sizin yazınızla karşılaştım, her biri birbirinden kıymetli filmler;aslında hayatlarımızdan başka bir şey değil, diğer sanat eserleri de öyle…
Kim ki bu hayatı en iyi anlatiyor; bize en fazla dokunanı ve hissettireni o oluyor ve ellerimiz patlayıncaya kadar alkışlıyoruz bize bizi güzel anlattığı için.
Almodovar’a eleştiri yazacağım için daha önce çektiği (2006) “Donüs” filmini izledim, bir erkek kadınları nasıl bu kadar iyi anlatabilir diye hayret ettim….
Bu saydığımız filmlerden Fransada gösterilenleri( bazıları daha önce gösterime girmiş) elbette izleyeceğim…
Clermont’tan sevgiler….