Hepimiz Başkalarının Mezarıyız..
Kış Uykusu gibi çok katmanlı bir film üzerine kısa soluklu bir yazı yazmanın bana göre imkânsızlığını vurgulayarak filmle ilgili kritiğimi birkaç başlık altında aktarmaya çalışacağım.
Kış Uykusu’nda Seçilen Manzaralar
Filmde uzun, ıssız ve karlı yollar; karın, yağmurun ve çetin rüzgarların esir aldığı bir taşra kasabası; mezarlıklar, evlerin içindeki ışıkların güz yansıması; insanın özüne dönüşünü simgeleyen Kapadokya Mağaraları ile seçilen doğa insanın ontolojik sancılarını hissettiren bir karakter olarak karşımıza çıkarılıyor. Kış Uykusu’nu izlerken Angelopoulos’un seçtiği manzaralardaki hüznü ve lirizmi de hissediyoruz.
Arabanın Camına Fırlatılan Taş ve İlyas
Nuri Bilge Ceylan, arabaya fırlatılan bir taştan yola çıkarak suç ve ceza; masumiyet ve adalet kavramlarını sorgulatarak o taşı zihnimizin yerleşik yargılarına savuruyor. İlk başta Aydın’ın (Haluk Bilginer) arabasına fırlatılan taşın çocukça bir muziplikten kaynaklandığını ve bu davranışın neredeyse ölüme sebebiyet vereceğinden taşı atan İlyas’ın cezalandırılması gerektiğini düşünüyoruz fakat İlyas yakalanıp eve getirildikten sonra işin rengi değişiyor ve aslında atılan o taşın içinde koca bir mazlumiyetin öfkesi ve insan onurunu hiçe sayan çarpık kapitalist sisteme karşı adil bir dünyaya duyulan özlemin ayak seslerini taşıdığını hissediyoruz çünkü Aydın ev sahibidir ve İlyas’ın ailesi kirayı çeşitli sıkıntılardan (İsmail’in maden işinden çıkarılması, hapse girmesi vs.) ödeyemediği için eve haciz gelmiş, evdeki televizyon ve buzdolabı alınmış bunlar yetmezmiş gibi bir de haciz memurlarına direndiği için İsmail, polisler tarafından İlyas’ın gözleri önünde dövülmüştür. Bu da Aydın’a ve uşağına karşı bir nefreti doğurmuştur. Taşın arka planı kısaca bu. Uşak Hidayet’in, çocuğa yönelik ısrarcı eleştirileri İsmail’i (Nejat İşler) çileden çıkarıyor ve bu, İlyas’a okkalı bir tokat atmasına sebep oluyor. Bu sahne Kış Uykusu’nun can alıcı sahnelerin biri çünkü o tokat yüzyıllardır süren çarpık kapitalist sistemin devamına bir şekilde katkıda bulunan hepimizin yüzünde patlıyor.
Kış Uykusu, İlyas üzerinden birçok göndermede bulunuyor. İmam Hamdi (Serhat Kılıç) İlyas’ı Aydın’ın yanına özür dilemesi için götürdüğü sahnede İlyas’ın; Aydın’ın elini öpmesini ister. İlyas yoğun ısrarlara dayanamayıp istemediği hâlde Aydın’ın elini öpmek için ayağa kalkar tabii Aydın da elini öpülmek için uzatır ve bekler. İlyas, Aydın’ın elini öpmeyi bir türlü kendine yediremediği için donuk bir yüz ifadesiyle Aydın’ın adeta koca bir kibrin simgesi olarak uzattığı eline bakarken birden yere yığılıp kalıyor ve bizim yüreğimizden ta derinlerden bir şeyler kopuveriyor. İlyas’ın yere yığıldığı sahne de tıpkı vurulan tavşanın can çekişmesi, yılkı atının nehirden çıkarıldıktan sonraki tökezleyişi gibi insanların birbirlerine yaşattığı kahredici acı yönüyle aklımıza birden Michelangelo‘nun ”Pietà” adlı eserini düşüyor. Filmin sonlarına doğru İlyas bir kez daha karşımıza çıkıyor. Aydın’ın eşi Nihal (Melisa Sözen) İlyas’ın ailesine para yardımında bulunmak için gider. Hamdi ona çay getirmeye gittiğinde Nihal de İlyas’a ileride ne olmak istediğini sorar. İlyas da polis olmak istediğini belirtir. İlyas’ın polis olmayı istemesi koca bir soru işareti. Babasının polisler tarafından dövüldüğünü gören bir çocuk neden polis olmak ister? Belki de İlyas’ın polis olmak istemesinin altındaki tek karanlık gerçek insanlara söz geçirebilmenin yegane aracının şiddet, korku ve güçle beslenen, güçle gelen otoriteyi elde edebilme düşüncesidir.
Çamurlu Ayakkabılar ve Aydın
Aydın’ın, kendisini ziyarete gelen Hamdi’nin çamurlu ayakkabılarını kapıda görünce ayağıyla çamurlu ayakkabıları tiksinerek yan tarafa ittiği sahne genel olarak filmdeki elitist kibrin vücuda geldiği, Aydın’ın kasaba halkıyla kurduğu yanlış ilişki tarzının da bir simgesi. Bir yandan toplumsal meselelerden dolayı ıstırap çektiğini iddia eden Aydın; İmam Hamdi’yi davranışlarıyla alabildiğine aşağılamaktan geri durmuyor. Hamdi’yle konuşurken çorap kokusundan rahatsız olup camı açan, çamurlu ayakkabıları tiksintiyle iten, Hamdi’nin güç bela biriktirdiği birkaç kuruşa tenezzül eden, kilometrelerce karlı ve çamurlu yolu bir çocukla kat eden İmam Hamdi’yi geri çeviren, küçük bir çocuğa elini zorla öptürmeye çalışan, İslam’la uzaktan yakından ilgisi olmadığı hâlde İslam’la ilgili ahkâm kesen bir adamın kendini aydın ya da halk adamı olarak pazarlaması absürtlüğün zirvesi olarak karşımıza çıkıyor. Aydın, entelektüel maskesi takmış koca bir narsist ve bu maskeyi düşürmeye çalışan insanlara da –Necla (Demet Akbağ) ve Nihal – zerre kadar tahammülü olmayan bir korkak. Kısacası Aydın üzerinden insanın çelişkileri Dostoyevski derinliğinde izleyiciye kendisiyle yüzleşme imkânı sağlıyor.
Mutlak İyiliği Öldüren Riyakârlık ve Vicdan
Kış Uykusu’nda en çok öne çıkan duygulardan biri de riyakârlık. Riyakârlığın masumiyeti ve mutlak iyiliği alaşağı eden doğası hemen hemen tüm ana karakterlerde kendini ele veriyor. Aydın’ın bir yanda bir bilgeyi oynaması öte yandan kiracılara karşı takındığı vicdansız ve vurdumduymaz tavırları; Nihal’in okullar için düzenlediği yardım kampanyasına duyduğu ilginin kaynağının hayırseverlik değil de kıskançlık ve tamamıyla kendi krallığını, haysiyetini koruma çabası; Necla’nın bir yandan kötülüğe karşılık vermeme felsefesi, affediciliğe düzdüğü övgüler öte yandan hizmetçinin kırdığı birkaç bardağa duyduğu öfke ve hizmetçiyi cezalandırma isteği; Nihal’in Aydın’la diyaloglarından Nihal’in masumiyetini de sorgular duruma düşüyoruz. Çünkü Aydın’ın; Nihal’in eleştirilerine karşı söylediği ”Karşımızdakini olduğu gibi görmeyip sonra da onu tanrılaştırmak… Sonra da sanki böyle bir tanrı olabilirmiş de olmuyormuş diye ona kızmak.” sözlerinde aslında Nihal’in güce ve ihtişama teslimiyetinin cezasını çektiğini ve masumiyetini yitirdiğini görüyoruz.
Hamdi’nin Aydın’dan zerre kadar haz etmemesine rağmen gösterdiği saygı gösterileri… Burada Hamdi’nin kırık bir öyküsünün olması sebebiyle ona karşı az da olsa öfke duymamıza içten içe engel oluyor. Belki de seyircinin çok takdir ettiği İsmail’in bile masumiyetten aslında ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Çünkü karısını dövmesi, kendini içkiye verip dünyayla bağını kopararak feci derecede geçim sıkıntısı çeken ailesine zerre kadar katkısının olmamasına rağmen durmadan ahkam kesmesi özellikle de Nihal’in verdiği parayı yoksulların onuru edebiyatı adına ocaktaki ateşe fırlatması karikatürize bir şovdan öteye gidemiyor. İlyas’ın paranın yakıldığını gördüğü sahne ”Yoksuluz ama onursuz değiliz.” mesajını verdiği için çok erdemli bir davranış olarak görülebilir fakat İsmail’in bu davranışıyla genel duruşu arasında bir tezatlık var. Ne olursa olsun ailenin yaşadığı feci geçim sıkıntısını sonlandırma adına ciddi bir çaba harcamayan, ailesiyle ve dünyayla bağını koparan, içinde olduğu büyük geçim sıkıntısı gerçekliğinin farkında olmayan bir insanın bir çocuğa ne kadar rol model olduğu tartışılır.
Nuri Bilge Ceylan filmde bir de fetişizm üzerinden kasaba vb. küçük yerlerin insanlarının maneviyatla ilişkilerindeki riyakârlıktan yola çıkarak bazı genellemelerin ezberlerini de bozuyor. Şöyle ki küçük yerleşim yerlerinde dinden gelen manevi yapının genellikle güçlü olduğunu bunun da günaha meyletmeyi engellediği iddia edilir çoklarınca fakat Nuri Bilge Ceylan; İsmail’in karısının iç çamaşırlarının akşam biri tarafından gizlice çalınmaya kalkışılmasından yola çıkarak bize küçük yerleşim yerlerinin maneviyatının çok güçlü olduğu masumiyet genellemesinin de (tabii ki bir kötü örnekliğin tüm taşraya, kasabaya veya bir köye mal edilemeyeceği gerçeğinin göz ardı etmediğimi ve bu sığ üstencilikten uzak olduğumu belirmek isterim.) yanlışlığını göstermeye çalışıyor ve son olarak da İlyas, belki de masumiyetin eğreti durmadığı tek karakter. Hatta en masumumuz. Fakat İlyas’ın da polis olma isteği İlyas’ın da yaşadıklarından sonra güç istenciyle zehirlendiğine dair bazı ipucuları veriyor. Belki bu da bir öğretilmiş çaresizlik modelinin sonucudur. Kış Uykusu’ndaki ana karakterlerin tümünün içine düştükleri riyakârlığın asıl sebebi, yaşadıklarını ve yaşattıklarını ciddi bir vicdan muhasebesinden geçirmemeleridir.
”İnandığı şeye inancını yitirenler arasında, en çok aldanmış olanın nefreti en büyüktür. ”
(William Shakespeare)
Yılkı Atlarının Tutsaklığı..
Nuri Bilge Ceylan, özgürlüğün ve esaretin temel izleği olarak bakışlarımızı, kalbin bakışlarını büyük bir teslimiyetle yılkı atlarına çekiyor. Özgürlüğe doludizgin koşan bir yılkı atının yakalanması, buz gibi bir nehirde terbiye edilmeye çalışılması, yılkı atının ruhlarımızı kan revan içinde bırakan özgürlüğe ölesiye kaçış çırpınışları ve tökezleyip teslim olması üzerinden özgürlüğün biricikliğini ve vicdanın yüceliğini bize bir kez daha hatırlatıyor. Kış Uykusu’nun en vurucu sekansı, yılkı atının buz gibi nehirden çıkıp özgürlüğüne kavuşmak için çırpındığı ve sonunda tökezleyip teslim olduğu sekanstır. Yılkı atının tutsaklığında insanoğlunun uçsuz bucaksız açgözlülüğünü derinden hissediyoruz özellikle de atın nehirden çıkarıldıktan sonraki hâli damarlarımıza kan yerine insana karşı adeta tiksinti pompalıyor. Bu sahne, karanlık bilinçaltımızla yüzleşmemizi uzun bir kabusa dönüştürüyor ve bunu da ekolojik sisteme verdiğimiz dehşetengiz zarardan ziyadesiyle hakkettiğimizi düşünüyorum.
Ayrıca yılkı atının çırpışlarını, teslimiyetini ve çaresizliğini izlerken ister istemez Bela Tarr’ın, 7,5 saatlik Satantangosu’ndaki küçük kız çocuğunun kedisi; Torino Atı’ndaki yaşlı at ve Reha Erdem’in, Kosmos’undaki ineklerin gözleri –Nuri Bilge Ceylan’ın büyük ustalığıyla -bir anda canlanıveriyor zihnimizde. Yılkı atının buz gibi nehirde özgürlüğü için ölesiye mücadelesinden sonra yere çöküp kaldığı sahne… Atın, ciğerlerini parçalarcasına nefes alıp verdiği o anın sinemanın ölümsüz bir anı olarak belleklerde kalmaması imkânsız. Bu sahne, filmin özeti gibi adeta. Vahşi kapitalizmin getirdiği güç, iktidar hırsı ve alabildiğine bencilliğin sonucu olarak insanın ekolojik sistemi nasıl darmadağın ettiğini gösterir. Aslında filmdeki tüm ana karakterlerin içinde tutsak bir yılkı atı var. Bir şekilde huzurlarının, özgürlüklerinin talan edildiğini düşünüyorlar ve özgürlüğe dolu dizgin koşup bu kış uykusunu sona erdirmek istiyorlar fakat filmdeki tüm ana karakterlerin özgürlüğü insanlığın kurtuluşu için isteyip istemediği koca bir muamma. Çünkü karakterlerin hiçbirinde genel olarak bu düşünceyi sezinleyemiyoruz. Sanki sadece kendi hegemonyalarını genişletmek ve yaymak için çabalıyorlar.
Garip Köyü ve Yabancılaşma
Filmin sonlarına doğru; Aydın, yolda ilerlerken Garip Köyü tabelasını görüyor ve arabayı birden durduruyor. Garip Köyü uzakta, karlar altında neredeyse kaybolmaya yüz tutmuş birkaç haneden oluşuyor. Nuri Bilge Ceylan’ın kadraja aldığı bu köyü bir metafor olarak iki şekilde okumak da mümkün. Nuri Bilge Ceylan, Garip köyünü yabancılaşmanın getirmiş olduğu derin ıssızlığın bir sembolü olarak yansıtmak istemiş olabilir ya da kapitalist moderniteye bulaşmamış, şehirlerden epey uzakta olan Garip köyünü masumiyet ve saflıkla eşdeğer göstererek varoluş sancılarımızdan kurtuluşun ancak özümüze dönüşle mümkün olabileceğini vurgulamak istemiş de olabilir.
Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu’nu Aydın’ın kendi hatalarıyla yüzleşmeye karar vermiş olarak eve dönüşüyle biraz da günah çıkarmanın ya da pişmanlığın iyimserliği ve huzuruyla bitiriyor. Tabii biz bunun inandırıcılığı ve nasıllığı üzerine kafa yorarken zihnimizde de bir sürü soru işareti beliriyor. Böyle bir sonun işin gerçeği filmin genelindeki güçlü tempoyu, edebi derinliği tamamlayamadığı düşüncesine kapılmamak elde değil. Maalesef finalin bir Tarkovski, bir Angelopoulos, bir Lars Von Trier, bir Béla Tarr ya da Krzysztof Kieslowski vuruculuğundan, derinliğinden ve kurgu gücünden çok uzak olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim ama Kış Uykusu genel atmosferiyle insanın trajedisini zihnimize ve yüreğimize derin yaralar armağan ederek anlatmayı başarmış unutulmayacak bir eser diyebilirim.
Kış Uykusu filminden Schubert’in 20.sonesi eşliğinde ve ellerim ceplerimde ağır ağır ilerleyerek çıktığımda birden kocaman ve lüks bir AVM’nin içinde olduğumun yeniden farkına varıp, insanların Mc Donaldslara ve diğer mağazalara delicesine akın ettiğini, huzuru tüketim çılgınlığında, gösterişte aradığını ve bunu da bir hegemonya aracına dönüştürmeye çalıştıklarını düşündüğümde, insanlığın bu ölümcül kış uykusundan kolay kolay uyanamayacağı gerçeğiyle bir kez daha yüzleşiyorum. Sonra ”Kış Uykusu”nun duygu ve düşünce dünyamda bıraktığı izlerle Nilgün Marmara’nın ”Hepiniz kendinizin mezarısınız.” sözünü hatırlıyorum. Onun bu sözüne hepimiz başkalarının mezarıyız, sözümü ekliyorum.
Yönetmen : Nuri Bilge Ceylan
Senaryo : Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan
Görüntü Yönetmeni : Gökhan Tiryaki
Oyuncular : Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Melisa Sözen, Nejat İşler, Serhat Kılıç, Tamer Levent, Mehmet Ali Nuroğlu, Ayberk Pekcan, Nadir Sarıbacak
Türkiye-Fransa-Almanya / Dram / 196 Dk.
Ne kırılan camın ne yılkı atının ne de yakılan paranın vahşi kapitalizmle ilgisi yok. Yanlış çıkarımdan bulunmuşun.
Neyle ilgisi var peki sence, senin yorumun nedir?
Güzel yorumlar, farklı bakış açıları.
Okurken hiç bitmesin istedim..
Teşekkürler.
Güzel yorum olmuş ama benim kanatim aydın a mektup yollayan nihal sanki onu toplantıya sokmaması gibi birde toplantı yapılırken aydının dışardan evi gözetlemesi Dostoyevski’nin öteki romanını anımsatıyor öyle yada böyle iki insanın arasında uçurumlar olduğunu gördüm nuri bilge ceylan böyle filmlerin devamını çeker umarım roman yazsa yeni bir Dostoyevski’ olur kanatindeyim iyiki varsınız nbc
Filmde at, tavşan ve Nihal aslında hepsi Aydın için ganimet/ödül.
Filmin sonunda Aydın yine mutlu, istediğini elde etmiş görünüyor: en büyük isteğinin Nihal’i elde tutmak olduğu ortada ve Nihal mutsuz olsa da Nihal’i (ganimetini) elinde tutmaya devam ediyor.
Nihal’in Aydın hakkındaki yorumları doğru ve net. Diğer taraftan aslında Aydın’la evli kalmayı seçmiş olması kadınların cesaretsizliğini mi göstermek istemiş, yoksa rahat yaşama düşkünlüğünü mü tam bilemedim.
Aydın-Nihal çiftinin fakirlere yardım etmeye çalışması ancak diğer taraftan fakirlerin nasıl hissedebileceklerini düşünememeleri örnekleniyor.
Filmdeki en büyük çelişki ise tabi ki Aydın’ın yardımsever gözüküp aslında en yardıma muhtaç durumda olan kiracılarına yardım etmemesi. Aydın gibi okumuş, rahat yaşayan bir kişi bile çok temel değerlerin bazılarını anlayamamış.