Işık / Das Licht
Goethe’nin Ölümünden Bu Yana Almanya Işık Aramaya Devam Ediyor…
Açılışını 75. Berlin Film Festivalinde Yapan film iletişimsizlikten parçalanmaya hazır modern bir Alman ailesinin etrafında çağın; hatta çağ sonrasının modern sorunlarını işlerken tünelin sonuna doğal gün ışığı yerine yapay led ışığını koyuyor. Yine de film heba olmuyor, sarsılmış bir vaziyette sinemadan çıkıyorsunuz…
“Faust” ve “Genç Werther’in Acıları” kitaplarının Alman yazarı Goethe’nin ölüm döşeğindeyken söylediği “Işık biraz daha ışık” sözleri dünyanın zihnine kazıldı. Yazarın ölümünden yüz yıl sonra Almanya yalnızca kendini değil dünyayı karanlığa çevirdi. O karanlıktan ışığa çıkmanın bedeli çok ağır oldu.
Bu filmi çekerken yönetmen ve senarist Tom Tykwer’in çıkış noktası muhtemelen Almanya’nın özdeyişi haline gelmiş “Işık biraz daha ışık” sözü oldu. Ancak bu ışık o ışık değil, insanlığı gerçek anlamda ışığa çıkaracak olan yine insanlığın topyekün mücadelesi olacaktır…
ENGELS AİLESİNİN GÜNLÜK YAŞAMI
Beş kişilik bireyden oluşan Engels ailesinde anne Milena (Nicolette Krebitz) Kenya Nairobi merkezli bir sanat organizasyonunda görevli. Nairobili çocuklara tiyatro merkezi binası kurma projesi için fon almaya çalışmaktadır. Bütün gün elinde telefon bürokrasi ile cebelleşmektedir…
Eski solcu baba Tim (Lars Eidinger) bir reklam ajansında çalışıyor. (Hiç yabancı değil bize) Bu reklam ajansında solculuğun ekmeğinden bolca yararlanan, bazen kızının kendisine karşı kullandığı sözleri de reklam cümlesi seçen, eve bisikletle gelip ıslanmış üstünü başını anadan üryan soyunarak bir nevi üstündeki kiri atıp çıplak kalmayı tercih eden modern bir baba(ki çocuklarının yanında bile böyle görünmesi hayli rahatsız edici bir görüntü oluşturuyor.)
Ailenin ikizlerinden olan 17 yaşındaki Frieda (Elke Biesendorfer) isyancı ve aktivist ruhunu uçucu madde, uyuşturucu kullanan arkadaşları ile tetikleyen, dipsiz bir kuyunun etrafında birbirlerine sarılarak tutunmaya çalışan grubun bireyi olarak var olmaya çalışmaktadır. Cinsel soğukluğu olduğu halde hamile kalması sonucu kürtaj olur. Modern aile oldukları için babası kürtaj olma sırasında kızının yanındadır, ancak anne ile kopukluğundan dolayı ona haber vermemiştir.
Diğer ikiz Jon (Julius Gause) dijital oyun tutsağıdır. Oldukça dağınık ve kaotik bir odanın dört duvarı arasında Transporte oyun oynamaktadır. Sıfır özgüveni vardır, bir kız ile buluşup kafeye gitme cesareti bile yoktur…
Bu dört karakteri özetledikten sonra bütün bireylerin yalnız takıldıkları, kendi bireysel yaşamları içinde savruldukları ve birbirlerinden beklentilerini dile getirmeyip içlerine atıp öfke biriktirdikleri için ailenin dağılmasının an meselesi olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır.
Babası Nairobili olan Milena’nın küçük oğlu Dio (Elyas Eldridge) ise bana göre ailenin en masum bireyi. Henüz çocuk olmasından kaynaklıyor masumluğu. Belli ki Milena Nairobi’ye gidip geldikçe sevgili olduğu siyahi Godfrey’den hamile kalıyor ve çocuğu evlilik dışı doğuruyor ve haftanın belli günleri ailenin içinde yer alıyor o da…
Ailenin tam ortasında olan Farrah karakterine gelince (Tala Al Deen) Suriyeli göçmen kadın. Zeki ve tahsilli olmasına rağmen Engels ailesinin ölen temizlikçisinin yerine geçmeyi kabul eder. Elbette bunu bir nedeni vardır…
IŞIK İÇ GÖRÜ MÜDÜR?
Filmin başlangıcı ağlayan Berlin göğünün altında getto mahallesinde bulunan çok katlı apartmanların pencelerinden birinde yanıp sönen ışığa odaklanır. Masasında led ışığın karşısında ayin yapan ve transa geçen kadın ise Farrah’tır. Eğitimli, zeki Suriyeli bir göçmendir. Derin bir travması vardır. Işığa ruhani ve mistik bir anlam katıp transa geçerek hayalindeki ailesiyle buluşur. Detay vermeyeceğim fakat durmadan yağan yağmurla, suyla bu dramının bağlantısı var. Eğitimli olmasına rağmen aileye temizlikçi olarak girmesinin de nedeni var. Öte yandan ışık içgörüdür anlamında metaforik bir anlam katılırken diğer yandan bilimsel bir açıklama gereği duyulmuş. Avusturyalı bir nörolog ile Alman psikolog ışık terapisinin insan ruhundaki etkilerine bilimsel dayanak olarak filme eklenmiş ama bu günümüzdeki şarlatan dizim terapilerinden öteye gitmiyor. Işık simgesel, gerçek her türlü insan ruhuna iyi geliyor. Bir kere karanlığın karşıtı…
SIRILSIKLAM BİR HİKAYE
Son zamanlarda izlediğim filmlerde aynı durumla karşılaşıyorum. Çağın sorunları çok güzel anlatılıyor fakat çözüm yok; ya da çözüm basit ve bireysel kalıyor. Filmde durmadan yağmur yağıyor. Avrupa’da yaşayan biri olarak yağmurun bu ülkelerdeki hükümranlığını biliyorum ama bu kadar da değil. Elbette bu sırılsıklam hikayede yağmura simgesel bir anlam katıldığı için durmaksızın yağıyor, hiç güneş açmıyor. Bu sahnelerde Ferhan Şensoy’un o ünlü sözü geldi aklıma. “Çok faşist bir yağmur yağıyor, sanırım kocaman şemsiyenin altında toplanma zamanı” Belki tesadüf ama çok hoş bir ironi, Faşizmin doruğunu yaşamış ülkeye uyan bir söz. Tom Tykwer’in bu sözü bildiğini sanmıyorum ama hikayesinde “Biz olalım” mesajını verdiği için söz filme tam oturuyor. “Biz, kollektiftir; bireysel özgürlükten geçip, biz olmayı becermeliyiz” diyor eski solcu baba Tim. (Ne de olsa geçmişinde solculuk var.) Biz olmayı becermek için de güven, açıklık ve sevgi olmalı. Evet çağımızın bütün sorunlarına (göç, bireysellik, aile,teknoloji, sosyal sorumluluk, psikoloji, terapi, eğlence, uyuşturucu, çevre) değiniliyor ancak bu sırılsıklam hikayede kurumuyor ve ısınamıyoruz. Kasvetli hava bir türlü dağılmıyor. Güneşli havayı Nairobi’de görüyoruz. Milena’nın Sosyal sorumluluk projesi olan Nairobili çocukların tiyatro binası için ailesini ihmal ederek adeta yırtındığı projeyi sonuçta Nairobi sosyal sorumluların çözmesi ise “Her toplum kendi sorunlarını çözebilir, o kadar da her şeye müdahale etme” sonucunu çıkarıyor bize. Ayrıca oldukça entelektüel olan ailenin sorununu bir suriyeli göçmen kadının çözmesi “Hey almanya üstün ırk falan değilsin, bak küçümsediğin göçmenler bile sana akıl verebiliyor” demeye getiriyor…
Eleştirilerimi bir tarafa bırakacak olursak ne anlattığından çok nasıl anlattığını önemine vurgu yapmak gerekir. Büyülü gerçeklik öğeleri ile bezenmiş hikaye bence çok güzel anlatılmış. Müzikleriyle, danslarıyla, genç aktivistlerin asılma eylemleriyle, simgeleriyle,fantastik görüntüleriyle tam bir görsel şölen yaratarak biçim özün bir adım önüne çıkmış. Bu da filmin değerini artırmış…
HİÇBİR ŞEYİN ÖNEMİNDEN HER ŞEYİN ÖNEMİNE
“bu gerçek hayat mı / bu sadece fantezi mi / Heyelana yakalandık gerçeklikten kaçış yok / Gözlerini aç, gökyüzüne bak ve gör / Ben sadece zavallı bir çocuğum, anlayışa ihtiyacım yok /…Aslında hiç bir şeyin önemi yok / Hiçbir şey gerçekten önemli değil / Hiçbir şey benim için gerçekten önemli değil…
Queen’in “Bohemian Rhapsody” şarkısı film boyunca sahnelere yayılıyor. Şarkıyı da filmin en masum kişisi Dio söylüyor. Fakat şarkının sözleri son sahnede değişiyor. filmin son mesajı da bu oluyor. “Her şeyin önemi var”…
Yağmurun sesine kulak verin ve bu filme gidin!
Yönetmen / Senaryo : Tom Tykwer
Görüntü Yönetmeni : Christian Almesberger
Kurgu : Alexander Berner
Müzik : Johnny Klimek, Tom Tykwer
Oyuncular : Tala Al Deen, Lars Eidinger, Nicolette Krebitz, Elke Biesendorfer, Julius Gause, Elyas Eldridge, Toby Onwumere, Mudar Ramadan, Joyce-Abou Zeid, Mido Kotaini, Marius Biegai, Wolker Bruch
Almanya-İngiltere-Fransa / Dram-Komedi / 160 Dk.