Rüyalı dönemlerin büyüme hikayesi..
Nitelikli yazar sözleri, suya yazılanlardan olmuyor, yani kaybolmuyor öyle, hep gerçek ile bir ilintisi bulunuyor. Mukaddime‘nin o büyük yazarı, doğu dünyasının gururu, İbn-i Haldun, işte bu eserinde belirttiği, geçmiş ve geleceğin suyun suya benzerliğinden daha çok benzediğini belirtmesi üzerinden çok zaman geçti evet; ama söz ve hayat birbirine denk gelerek yaşam ile kişi uyumunu yansıtmaya devam ediyor.
Benzer durum, “Little Women (Küçük Kadınlar)” kitabının Amerikalı yazarı “Loisa May Alcott” için de geçerli kuşkusuz. Sözleri, eserleri hep kendisinden bir parça taşıdı. Çocukların, küçük kızların dünyasındaki, hep büyüklerden kaynaklı tüm o meşum halleri, kendi sorunu bildi. Ondan dolayıdır ki, kitabında bazı kızların güzel bir çok şeye sahipken, bazı kızların ise hiçbir şeye sahip olmaması, eserlerinin hep sonuçta iyiliğe gitmesini perdelemedi hiç.
Öncesinde “Lady Bird” filmi ile akademi ödüllerine de aday gösterilen yönetmen Greta Gerwig‘in roman ile aynı ismi taşıyan filmi “Küçük Kadınlar“, açılış anında, belki de gerçek hayatta bulunmayan ölçüde bir mutlu hikaye yansıtma gereksinimini hemen gösteriyor. Film, o nedenle “I’ve hand lots troubles, so I write jolly tales“, “çok fazla sorun yaşadım, o yüzden neşeli hikayeler yazıyorum” diyerek bu hali hemen haber veriyor. Ancak bu, kimi Anglo-sakson sosyal yazınında çok sık görüldüğü gibi, Amerikan sisteminin görünen kısmının altındaki sınıfsal örtüyü perdelemesi sakıncasını taşıyor mu? sorusu akla. gelmiyor değil.
İşin doğrusu yazar Alcott‘un, çoğu Amerikan ve İngiliz yazarı gibi böyle bir kaygısının olmadığı gibi, filmde de komşuları Mr. Lawrence (Chrıs Cooper)’ın sürekli bir yardım içinde olması, Noelde yemekler göndermesi ya da küçük ve talihsiz Beth’e (Laura Dern) piano hediyesi ya da zengin halanın, kızları Paris gezisine dahil etmesi türü bir portre sunumu, aslında Alcott yazınında, zengin-fakir ayrımının bir gerilim öğesi ya da sosyalist literatürdeki gibi bir sınıfsal çatışkı emaresi olmadığını hissettiriyor. Film, bu bakımdan yazarına gayet sadık olarak bir mutluluk hikayesi sunma telaşına giriyor. Bunu başarıyor mu? Samimi olmak gerekirse, evet ziyadesi ile…
Romana oldukça sadık, öncekileri aratmayan bir adaptasyon
1898 tarihli ve ülkemizde de çok beğenilen, dünyada ise birçok film, dizi, çocuk kitabı gibi farklı sanat yapıtlarına da konu edinilen “Küçük Kadınlar” kitabını okuyanlarımız bilirler ki, konu tamamen isminden de anlaşılacağı üzere dişil başat öğelerini taşıyor. Bu dünya bir bakıma kadınlar dünyasıdır.
Dört kız kardeş olan, “Me”, “Jo”, “Beth” ve “Amy”in biz o zorlu çocukluk anlarını kitapla birlikte filmde de görüyoruz. Romandaki, Jo’nın halının üzerine uzanarak hediyesiz Noel gününe içerlemesi ya da küçük Meg’in “fakir olmak ne kötü” sözünü söylediği ev halinin filmde önümüze serilimi eserin temel yaklaşımı ile uyumlu. Film bu bakımdan kitaba oldukça bağlı kaldığını her sekansında, ilmek ilmek hissettiriyor. Hatta yazara sadık kalınması, sadece bu kitapla da kalmamış, yazarın çocukluk sonrasındaki dönemi de kağıda yansıttığı devam kitapları olan “İyi Hanımlar“ ve “Küçük Erkekler” kitaplarından da bazı kısımları filme dahil etmeye kadar gitmiş.
İşte bu dört kardeş içinden, tüm bu tür romanlarında görüleceği üzere birisi biraz daha ön plandadır ve bir bakıma uzaklarda olan babanın ve zaman zaman giden annenin eksikliğini diğer kardeşlere yansıtmamaya çalışacaktır. Bu karakter, Jo (Saoırce Ronan)’dır. Amerika İç Savaşı sonrasında ayakta tutunmaya çalışan dört kardeşler içinde bulunan Jo, yazar olma düşü ile doludur. Filmin başlarında bir yayınevi ile konuşmasını görürüz. Verdiği hikaye yayımlanır, sonra diğer kardeşler birbiri ardına ekrana yansımaya başlar. Tüm kardeşler farklı karakterler taşırlar.
Emma Watson‘un hayat verdiği Meg, sakin, evlenme düşleri ile dolu ve en nihayetinde kızkardeşi Jo’nın ideal çılgınlıklarını istemeyen ve bazen onunla da çatışan ortalama bir kişiliktir. Amy (Florance Pugh) ise, sürekli Jo ile zıt anlar yaşayan, işin doğrusu biraz da hasetlikle dolu bir karakterdir. Nasıl olmasın ki, kızkardeşi olan Jo’nın herşeyi olan o kitap taslağını yakması ya da yine Jo’nın ideali olan Newyork’ta bir yazar olma düşü nedeni ile reddettiği Laurce (Timothee Chalemet) ile tam da asıl duygusu olan aşkını söylemek için döndüğü sırada Amy’in, bu durumu bile bile evlenmesi sanırım fikir vermesi için yeterli. Ne var ki, hiçbir şey bu kardeşler için sonsuz nefret öğesi olarak durmaz. Jo, hiçbir vakit affedici olma özelliğini yitirmez. Hele küçük Beth’in (Eliza Scanlen) hastalık sonrasında ölümü aileyi daha da kenetler.
Sonrasında eve uzaklardan gelen göçmen Friedrich (Louis Garrel) ile Jo’nın buluşturulması, kitap yayımcısının “şemsiye altında onları buluştur, okuyucu onları seviyor” dediğine benzer mutlu bir son halin yaratılması, ailenin, roman yazarının amacına, yani mutlu hikayeler yaratmasına tam anlamıyla hizmet ediyor.
Oyunculuklar, kurgu ve çekim başarılı. Filmin oyunculuklarına laf yok. Gerçekten de daha önce Akademi ve BAFTA ödüllerinde adaylığı bulunan, 1994 doğumlu yetenek Saoirse Ronan, Jo karakteri ile oldukça başarılı. Jo, hedefine odaklanan, gerekirse birçok konuda ödün vermez yapısı ile etiyle ve canıyla hayatımızın her anında görebileceğimiz bir karakter. Filmin o naif, kendisini izleten yapısında bu doğal oyunculuğun, bilinen bir roman karakteri ile uyumlu bu yapısının, izleyiciye geçmesinde payı çok büyük.
Diğer oyuncular olan Emma Watson ile Florance Pugh bir yana bırakılırsa, filmi izleyenleri bir sürpriz de bekliyor esasında. Sinemanın dev oyuncusu, hala March rolündeki Meryl Streep, yine kısa da olsa rolünün hakkını fazlası ile veriyor. Filmin bence önemli bir yönü de çekim ve kurgu tekniğinde. Sürekli flashbacklar ile lineer, düz bir anlatımın, özellikle de romanla da uyumlu bir şekilde, aksaklığını gideriyor. Bazen bu geriye dönüş tekniği arzunun da nesnesi olabiliyor. Jo kızkardeşi Beth’in yaşamasını ne de çok isterdi, ya da onunla birlikte tüm ailenin, babanın bir arada olmasını, işte flashback tekniği tam da burada devreye giriyor.
Film tıpkı roman gibi, bilhassa hikaye yayımcısı ile Jo’nın filmin sonlarındaki konuşmalarından da anlaşıldığı üzere, modern roman/film kalıp ve tekniklerinden farklı bir içeriğe sahip. Burada artık okuyucu, sıralı bir hikaye ile buluşmuyor. Kimi zaman roman ya da film kahramanı, kurguya da el atıp, filmdeki Jo’nın hikayesi ile film kahramanlarına yön veren bir hale bürünüyor. Bu nedenle biraz da yapı söküm ya da postmodern kalıplara selam veriliyor. Filmin renkleri de dönem Amerikasına uygun. Kostümler de zamanı bize tüm gerçekliği ile vermeye müsait.
Ve unutulmaması gerekli bir yan da, döneme uygun o müzikler. Kimler yok ki? Johann Sebastian Bach, Franz Schubert, Robert Schumann, Vivaldi bir bir kimi zaman bir baloda, kimi zaman evdeki Friedrich’in elinin değdiği pianonun tuşunda karşınıza çıkıveriyor. Bir hafta sonu, varsa çocuğunuzu da alıp, bu tatlı filmi izlerken, zaman zaman karakterlerin ağzından duyduğumuz birer birer evlenmeleri sonrasında o masum çocukluk düşlerinin gitmesi telaşı gibi bir hisse kapılabilirsiniz.
Yazar Alcott, zaten kitapta da demiyor muydu? “…keşke başlarımızın üzerine bir demir koyarak, büyümemizi engellesek.” Haksız mı? Büyüdükçe, kötülükler bir bir ortaya çıkıyor. Bizim esasında dünya tatlısı cadımız Tuba bile çocuklaşınca asıl özüne, iyilikli haline dönüveriyor. Yani çocuk dünyasında herşey, yapılan yanlış bile, kötülüğün işareti olarak görülmüyor artık. O yüzden, film çıkışı ağzınızdan eksilmiyor; kadın da olsa, erkek de fark etmez; ama keşke hep küçük kalabilsek diyesimiz. Doğal olarak filmin ruhuna da uygun olarak, içimize biraz işleyerek…
Yönetmen / Senaryo : Greta Gerwig
Görüntü Yönetmeni : Yorick Le Saux
Müzik : Alexandre Desplat
Oyuncular : Emma Watson, Saoirse Ronan, Florence Pugh, Eliza Scanlen, Meryl Streep, Laura Dern, Timothee Chalamet, Bob Odenkirk
ABD / Romantik-Dram / 135 Dk.