Malcolm ve Marie… ve tekrar Marie
Özellikle ‘Euphoria’ dizisiyle dikkat çekmiş yönetmen Sam Levinson, ‘Malcolm ve Marie’ filmiyle, birazdan değineceğimiz bütün koşullar içerisinde, hem biçimsel hem de içerik açısından pandemi sürecine uygun, içsel, duygusal, tamamen konuşmalara dayanan ve birlikteyken bile ‘yalnız kalma’ temaları etrafında dolaşan bir film sunuyor. Başarılı bir film galası gecesi sonrası, evde başlayan bir çift ‘krizini’ konu alan bu film, etnik köken ayrımı, bu ayrımın sanata dair getirdiği görüş farklılığı, sosyal sınıf uçurumu ve bir sanat eserinin ne derece ‘özgün’ olabileceği gibi derin konuları deşiyor. Buna karşın filmdeki diyalogların sıradan ve özel konuşma arasında sallanması biraz konunun özünü kaybetmemize yol açıyor.
Karşımızda olan, içeriksel olarak zengin, ciddi anlamda psikolojik, duygusal iniş ve çıkışların eksik olmadığı ancak bazı açılardan da biraz yoran, zaman zaman ‘ipin ucunu kaçırdığımız’ ve konu ve karakterler ne kadar ‘derinlikli’ olsa da bizimle onların arasına yer yer ‘set çeken’ bir yapım…
Malcolm’un yeni filmi çok başarılı bir gala gecesi yapmıştır ve Malcolm sevgilisi Marie ile bu geceyi kutlamaya devam etmek için evlerine döner. Ancak bu ‘zafer’ gecesinde Marie’nin huzursuz ve durgun hali bir şeylerin ters gittiğinin habercisidir. Gece ilerledikçe, çift birbirilerine dair sorunlarını açmaya ve ilişkilerini sorgulamaya başlarlar ve aralarında bütün bakışlarını etkileyecek bir kriz belirir.
Pandemiye uygun film…
Toronto film festivali sırasında, aceleyle Netflix kanalı tarafından satın alınmış olan ‘Malcolm ve Marie’, aslında yönetmenin ‘Euphoria’ serisinin ikinci sezonunu çekmeye hazırlanmaktayken, korona salgını koşullarının imkan verdiği (!) bir ‘fırsat filmi’ gibi duruyor. Büyük bir gizlilik içinde, sadece 12 kişilik bir ekiple, California şehir merkezinin oldukça dışındaki bir villada çekilen ‘Malcolm ve Marie’, bütün bu kısıtlamaları aslında kendi lehine, yaratıcılık açısından avantaja çevirmeyi başarmış…. 35 mm kamerayla ve siyah beyaz çekilmiş bu yapım, bir ‘kapalı mekan’ atmosferi kurup adeta gövdesini ‘kavga’, ‘barışma’ ve ‘tekrar kavga’ gibi üç bölüme (veya üç ‘akta’) ayırıyor. Bu ayrımlar özellikle Marie’nin evin dışına ‘taştığı’ zamanlarda beliriyor.
Filmin açılış sekansında, kamera çifti uzaktan izliyor, ardından Malcolm’u evin içinde, elinde bir bardak içkiyle sürekli konuşurken ve yürürken görüyoruz. Marie ise biraz ‘sıkkın’ ve ‘yarı dışarda’ bir şekilde, evin terasında bir sigara içiyor. Bu iki kişinin aslında iki ‘kişilik’ olduğunu anladığımız bu plandan sonra Marie içeri giriyor ve iki karakter de tam anlamıyla ‘kapatılmış’ bir hale geliyor. Mesafeli kamera bu esnada, başlangıçtaki tutumundan vazgeçiyor ve çiftin hareketlerini ‘yakın planda’ çekmeye başlıyor. Yüzlerindeki ifadelere ‘zoom’lamalar onları bir anlamda ‘sarmalıyor’ ve kaçmalarına imkan vermeyecek şekilde kadraja hapsediyor. Dolayısıyla sadece birkaç dakika içerisinde yönetmen aslında devamında gelecek tartışmaların sınırlarını ve ‘çıkış’ duraklarını seyirciye göstermeyi başarıyor.
Her şey bir unutkanlıkla mı başlar?
Sonrasında filmin ‘kalbi’, bu ‘yorulmuş’ çiftin ufak atışmaları ve zaman zaman ‘soğuk’ davranışlarıyla başlayan ancak giderek derinleşen ve nefret etme/barışma, kıskançlık/hayran olma veya kin/aşk zıtlıkları arasında savrulan uzun tartışmalarda atmaya başlıyor. İlişkilerini her yönüyle ele almayan çalışan çift, bir şekilde senaryoya kendi isteklerine ve tepkilerine göre bir yön veriyorlar. Başlangıçta gala gecesinde Malcolm’un teşekkürleri sırasında Marie’yi es geçmesi, ‘biriken’ birçok negatif olayın patlak vermesine yol açıyor. Normalde ‘kutlama’ olacak bir gece, bağırışların, gözyaşlarının, gülmelerin havada uçuştuğu ‘çok kişisel’ bir süreç haline dönüşüyor.
Aslında hikaye daha çok bir çiftin kendilerini ve karşısındaki sorgulaması üzerine kurulmuş gibi dursa da Malcolm karakterinin işi ve bunun yarattığı dalgalanmalar olayı başka bir boyuta taşıyor: diğer bir deyişle çiftin ilişkisi, Afro amerikalı olan Malcolm ve onun işini yargılayan ‘beyaz’ kesimin üzerinden şekilleniyor, daha doğrusu cevap bulmaya çalışıyor.
Film, başkarakterinin işini sinema yapımcısı/yönetmeni yaparak modern sinema ve bunun paralelinde ‘sanatçının bakışı’ üzerine bir analize soyunuyor. Adeta ‘Sokaktan gelen’ (ve ciddi bir uyuşturucu geçmişi olan) Marie’nin tersine eğitimli ve ‘rahat’ bir ortamdan gelen Malcolm, başarılı bir film çektiği halde kendisinin ve yönettiği film ekibinin etnik kökeninden dolayı filmini beğenen ama son kertede ‘siyasi’ bir yapım olduğunu dillendiren bu ‘beyaz’ kesime, etkileyici bir monolog sırasında bütün kızgınlığını kusuyor. Bu olaya hem dışardan hem de içeriden bakan Marie ise çok daha dengeli ve toleranslı bir tepki verebiliyor. Aralarındaki kavganın durulduğu bu sekansta alt sosyal tabakadan ama ‘beyaz’ olan Marie ile üst sosyal tabakadan ama Afro-amerikan olan Malcolm’un beraberce, aralarındaki sosyal uçuruma rağmen bir şekilde ‘dışlanmış’ olduğunu anlıyoruz.
Sorular ve tekrar sorular…
Bütün bu olayların ışığında ve aslında Malcolm’un filminde oynattığı başkarakterin ve anlattığı acılı hikayenin Marie’den esinlendiği düşünüldüğünde (ki Marie’nin tepkisi büyük ölçüde buna bağlı) filmin sinema endüstrisi üzerine eleştirisi daha da belirgin bir hale geliyor. ‘Beyaz olduğumuzda bir Afro Amerikalı üzerine bir film çekmemiz hakkaniyetli midir? (veya tersi)’, ‘Durum buysa nasıl kendimiz olmadığımız bir durumu sahiplenebiliriz?’, ‘Nasıl politik bir taraf taşımadan kendi dönemimizden bahsedebiliriz?’ veya ‘Her sanat eseri sonuç olarak politik midir?’ gibi sorular hikaye boyunca eşeleniyor.
Ne yazık ki bütün bu ‘dolu’ konular etrafında yönetmen Levinson biraz ‘çekingen’ bir şekilde dolaşıp daha çok çiftin duygusal tepkilerine eğilmekle yetiniyor. Sanki konuların büyüklüğünden ürküp sadece bir ‘sanatçı’ ve ‘onun ilham kaynağı’ arasındaki kavgaya ilgi gösteriyor. Dolayısıyla seyirci de kızgınlık ile şefkat arasında salınan bu dünyada bir laf bombardımanı altında biraz bunalıyor. Hangi konuyu ön plana çıkaracağını pek kestiremiyor.
Niye … tekrar Marie dedik?
Filmde yönetmenlik açısından belki de eleştiremeyeceğimiz tek nokta Levinson’un oyuncularıyla kurduğu işbirliği… Bütün hikayesini tek bir mekanda sadece iki oyuncu üzerine bağlayan yönetmen nerdeyse onlardan yüzde yüz bir verim alıyor. En son ‘Tenet’ filmiyle çok ikna edici bir performans sergilememiş olan John David Washington (bilindiği üzere Denzel Washington’un oğlu) egosantrik ve dengesiz karakterini bazen aşırı uçlara taşısa da, bütün oyunculuk gücünü gösterebildiği sekanslar (özellikle banyo küveti başındaki sert sahne!) yakalamayı başarıyor. Ancak bizce onun da üstüne çıkan partneri Zendaya’nın oyununa ayrı bir parantez açmamız gerekir: Zendaya, sevgilisine karşı hem bir kırılganlık taşıyabildiğini hem de onun üzerinde doğal bir hakimiyet kurabildiğini mükemmel bir şekilde kanıtlıyor. Bahsettiğimiz üç aktı başlatan ve bitiren kendisinden başkası değil… Kavga sonrasında durulduğu sahnelerde adeta ışıldıyor, en sert sözlerle tartıştığı sahnelerde ise filmi sanki ‘karanlık bir çukura’ itiyor. Bizce gerçekten ‘kusursuz oyunculuğun’ bir tanıtımını yapıyor.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, ‘Malcolm&Marie’, kendi türünde bir başyapıt olabilecekken, konularının ağırlığı altında biraz ezilen ancak birçok açıdan düşündürebilecek alanlar açan ve çok etkileyici oyunculuklar barındıran bir yapım… Özellikle ‘yalnız’ olduğumuz bu dönemde daha da önemli bir iz bırakacağını düşünüyoruz.
Yönetmen / Senaryo : Sam Levinson
Görüntü Yönetmeni : Marcell Rév
Kurgu : Julio Perez IV
Müzik : Jen Melone
Oynayanlar : John David Washington, Zendaya
ABD / Romantik-Dram / 106 Dk.