“ Sanat tamamen otobiyografiktir, inci istiridyenin otobiyografisidir”
Federico FELLİNİ
Evet,şimdi maestro Federico Fellini tarafından yönetilen insan orkestrasında klasik müzik dinleyeceksiniz. Sessizlikle başlayan, usul usul yükselen enstrümanların sesinde notaların çığlığı ile kendinize geleceksiniz…
Otomobillerin trafikte sıkış sıkış olduğu bir sahneyle açılan filmde; otomobil içindeki insanların renksiz, donuk yüzleriyle modern insanın birebir resmedildiği görüntülerle karşılaştığınız zaman daha ilk anda neyin anlatılacağını tahmin edebiliyorsunuz, geriye nasıl anlatılacak bölümü kalıyor ki işte bu, filmin asıl büyüsüne götürüyor sizi… otomobillerin içindeki insanlar kendi derdinde, kimi gazete okuyor, kimi beklerken yanındaki kadınla sevişiyor, kimi de arabanın içinde boğulan ve çaresiz kalan insana bön bön bakıyor, sadece bakıyor. Asıl çarpıcı resim ise bir otobüsün bir tarafında başlarını uzatmış diğer tarafında gövdeleriyle pencereye dayanmış elleri ve kolları dışarıda olan çaresiz insanları görüyorsunuz…insanın parçalanmış hali yani, başlar bir yerde, gövdeler başka bir yerde…
Otomobilde sıkışan adam (kapana kısılmış halidir bu aslında) bütün duyarsız ve ilgisiz insanlara rağmen otomobilden çıkmayı başarıyor, boğulmaktan kurtuluyor ve rüzgarın kanatlarında gökyüzündeki bulutlara doğru yükseliyor. uçuyor; fakat bir de ne görelim ayaklarından bağlı değil mi, başka bir adam (yönetmenin arkadaşı) uçurtma niyetine adamı uçuruyor, sonra ipi eline dolayıp adamı hızla yere çekiyor ve insanın trajedisi o zaman başlıyor, o gökyüzü artık bir uçurum olmuştur ve siz o uçurumdan baş aşağı yere çakılmak üzeresenizdir…
Hayaller gökyüzü, gerçek ise yerdir. İşte yönetmen bir rüyayı gerçek üstü anlatımıyla bize görsel bir şölen sunarken tam da gökyüzünün ve yeryüzünün arasında bir yerde duruyor. kimi zaman gerçekler yukarı hayaller aşağı inerek yer değiştiriyorlar. Yani gerçek ve hayal iç içe geçiyor bir bakıma…Hatıralarla şimdiki zamanın dansında sürrealist figürlerle şimdiyi uzağa atarken, geçmişi şehvetle kendine çeken; rüyalarla öpüşen, düşlerle tutkuyla sevişen ve nihayetinde orgazmından gerçeğe varan adamdır Fellini. Kendisi düşlerin ve rüyaların efendisidir, bu yolla gerçeği yönetir. Çünkü “gerçekçi olanlar yalnızca düş sahibi olanlardır.” Taksiyle yolculuk yaptığı bir günde, şoförün ona “niçin anlaşılır gerçek filmler yapmıyorsunuz” sorusuna Fellini “ben filmlerimde gerçeği anlatıyorum ve gerçek asla basit değildir” demiştir.
Yönetmen Guido Anselmi (Marcello Mastroianni) bilim kurgu türünde yeni bir film çekecektir, yapımcı her şeyi hazırlamıştır, oyuncular (fazlasıyla) tam tekmil oradadır. Film çekimi için bir kaplıca otelinde toplanmıştır herkes, yapımcılar yönetmene baskı kurarlar, senaryo bilinmemektedir, oyuncular hangi karakterleri oynayacağını bilmemektedir. Guido ise tıkanıklık yaşar, bir çıkmazın içine girer( filmin ilk sahnesinde bu çıkmazın rüyasını görmüştük zaten) neyi nasıl anlatacağı, tam olarak kafasında netleşmemiştir. Zihinsel haritasını açar ve bu haritada oradan oraya sürüklenir durur. Felsefik sorgulamalardan psikolojik kimlik arayışına doğru yol alırken kendisini sirk alanlarında bulur. Hafızasında film platformunu da sirk alanına dönüştürür. bu alanda siyah pelerinli din adamlarından yaşlı kurtlara; rahibelerden, genellikle beyazlar içindeki şapkalı yaşlı kadınlara ve şehvetli kadınlara kadar herkes vardır. Arka planda sahneye ve yönetmenin zihnindeki görüntülere göre maestro tarafından yönetilen sürekli bir müzik vardır…
Artık yönetmen “varlığın acıları” ile Schopenhauer, “Kayıp Geçmişin Peşinde” ile Marcel Proust, “Ulyseses ile James Joyce’dur. Ve bu yolculukta bütünden parçaya mı; yoksa parçadan bütüne doğru mu yol alınmalıdır; o da pek belli değildir. Her ne kadar eleştirmenler bütünden parçaya doğru gidilmiştir dese de burada da bir netlik olmadığını söyleyebilirim. İnsanın içindeki karmaşadır bu, ve bu karmaşa içinde bir düzen vardır; tıpkı karnaval alanınındaki insanların kalabalık düzensizliğinde atılan ritmli ve uygun adımlardaki bir düzen gibi. Bir dialogda geçen “Hayat kargaşa ile doludur, kaosa kaos katmamak gerek” cümlesine ithaf gibidir bu sahnedeki davranışlar. Yani düzensizlikler içindeki düzen… Aslında yönetmen “içimizde taşıdığımız bütün ölmüş şeyleri gömmeye yarayacak bir film” çekmek istemektedir. Bu süreç içerisinde iç dünyamızın ansiklopedisini” seyircilere okutmak ister; ama ansiklopedi bu; kalındır, derindir, her şeyin tanımını yapmak zordur. İşte o zaman Diomene kuşu hıçkırmaya başlar…
Bu çözümsüzlük içinde saçlarını kıvıran ve tırnaklarını yiyen Guido bir türlü gelmek bilmeyen esin perilerinin peşine düşer. “içtenlik ne anlama geliyor” sorusunu sorar önce “sağlığın ve kaçışın yankısı olan imgeleri bir tarafa koymanın zamanı geldi artık”der sonra…
Guido Anselmo çocukluğunda katolik kiliseden eğitim almıştır, orada güzel anıları olmamakla birlikte kiliseye bağlılığı hala sürmektedir; bu yüzden kalabalık insan sahnelerinde din adamlarını ve din kadınlarını görürüz. çıkmaza düştüğünde de yine kilisenin yolunu tutar;kardinalle dertleşir: “ Mutlu değilim kardinal hazretleri”
“Neden mutlu olmak zorundasınız, bu sizin işiniz değil, bu dünyaya geldiğiniz için mutlu olacağınızı kim söyledi, kilisenin dışında mutluluk yoktur, kilisenin dışında kalarak kimse kurtulamaz, Tanrı’nın kentinden ayrılanlar şeytanın kentine aittir”Kardinal ona böyle söyleyerek pencereyi kapatır.
Ve kadınlar!
“Ne kadınlar sevdim zaten çoktular, ama içinde hayal ettiğim kadın yoktu” düşüncesindedir yönetmen. Hayal ettiği kadın ceylan bakışlı Claudia Cardinale’dir. Onu bir melek olarak hayal eder, karısı ve metresi arasında sıkışan yönetmen zor zamanlarında hayalindeki kadının kucağına atar kendini. Bir de kendini haremde hayal eder, bu haremde karısına anlayışlı ev hanımı rolü verir, kadın ev işleri ve temizlik yapmaktadır, kocasının etrafındaki kadınlara anlayışla bakar, onun ne kadar olağanüstü bir adam olduğunu düşünür, diğer kadınlar oyuncuları, dansçıları ve metresi herkes etrafında fır dönmektedir.
Yaşı geçenler harem kurallarına göre üst kata gönderilmektedir, “Bizler sıkılacak limon muyuz”diye karşı çıkan kadınları ise elinde kırbacıyla susturur… açıkçası burada yönetmenin kadınlar hakkındaki düşüncesi biz kadınları rahatsız etmiştir. Kendisini öne çıkararak narsist bir eğilim taşıdığı, onları kendi çevresinde dönen cariyeler olarak gösterdiği bu sahne aslında Fellini’nin gerçek düşüncelerinin bir dışavurumu olduğunu söylemek yersiz olmaz sanırım…
Deneme çekimleri gösterildiğinde de birebir karısı ile ilişkilerini deşifre etmesi otobiyografik anlatımının doruk noktası olur. Evet yönetmen filmini yaparken içtenliğini ortaya koymuş, sevabıyla günahıyla dışavurumcu tarzıyla anlatmaktan çekinmemiştir….
Yönetmen Guido’nun, üstüne üstüne gelen insanlardan ve kendi hesaplaşmalarından kapana sıkılmış halinden “bir tabancayla kafasına sıktığı kurşun simgesiyle” çıktığını görürüz ve asıl entellektüel sorgulamalar filmin son sahnesinde görülür…
Son sahne de ilk sahne gibi çarpıcıdır. “sinema var olmasaydı bir sirk yöneticisi olurdum” diyen Fellini bu kez maestro olarak bir palyaçoyu seçiyor ve film çekimlerine böylece başlamış oluyor…
Bu filmi ilk kez fakülte derslerinde “sürrealizm” işlenirken örnek film olarak seyretmiştim. Filmi unutmuştum. bu yıl yine Pedro Almodovar’ın “Acı ve Zafer” film eleştirisini yapmıştım. Sekiz Buçuk Filmini yeniden izleyince anladım ki Almodovar tamamıyla bu filmden esinlenmiş….
“Sekiz Buçuk” adının neden kaynaklandığını düşündüm ve yaptığım araştırmalarda; bu filmle beraber 8 uzun metrajlı ve kısa metrajlı filmininin toplamı olarak bu adı tercih ettiği bilgisine ulaştım.
Genellikle yazacağım film yorumunu eleştirileri okumadan yazarım ve daha sonra eleştirilere bakarım. bu film yorumumda önce eleştirileri okudum. Şu amaçla okudum söylenilmemiş ne var? Okuduğum eleştirilerde filmde kullanılan semboller nelerdir, bu konuya değinilmemiş. Öncelikle “buhar” en önemli simge, “maestro ve çubuğu”, “kamçı” “beyaz renk” gibi simgeleri sıralayabilirim, bu simgeleri cümleye çevirecek olursak “ kaplıcadaki mahşer görüntüsü” olur. Anlamları ve düşündürdüklerini seyirciye bırakıyorum.
Filmi seyrederken dikkat edilecek en önemli şey, filmin neresi rüya, neresi hayal, neresi gerçek bunun ayrımının iyi yapılması filmi anlamayı kolaylaştıracaktır. Sinemalar kapandıysa evde rahatlıkla birkaç kez üst üste seyredilebilir, her seyirde artı şeyler öğrenme garantisi var…
Federico Fellini’nin doğumunun yüzüncü yılı olması nedeniyle film gösterimleri yeniden yapılmaktadır.
İyi seyirler…
Yönetmen : Federico Fellini
Senaryo : Ennio Flaiano, Tullio Pinelli, Brunello Rondi, Federico Fellini
Görüntü Yönetmeni : Gianni di Venanzo
Müzik : Nino Rota
Oyuncular : Marcello Mastroianni, Anouk Aimée, Sandra Milo, Claudia Cardinale, Rossella Falk, Barbara Steele, Mario Pisu, Guido Alberti, Madeleine Lebeau, Jean Rougeul, Edra Gale, Mario Gemini, Mino Doro
İtalya-Fransa / Fantastik-Dram / 138 Dk.
Ne varsa 2000 öncesi filmlerde vardı. 2000 sonrası berbat filmler yapıldı. Özellikle son Oscar töreni tam felaket. Parazit nedir yahu. Ödül alacak ne var? 8,5 filmini izleyin pişman olmazsınız.
Yorumunuz için teşekkürler. Zamanımızda da güzel filmler yapılıyor. Elbette 8.5 dönemine göre müthiş bir film ama sinema yerinde durmuyor, değişiyor, gelişiyor…
Selamlar…
Yorumunuz için teşekkürler.
Filmi izledikten sonra yorumlara bakmaya çalıştım.Yorumlarınızı isabetli bulmakla birlikte önemli bir eksiklik taşıdığı kanısındayım.Bana göre filmin ana fikrini, filmin son sahnelerinde Guido’nun aşağıdaki sözleridir:
“İçimi titreten,bana güç veren bu ani mutluluk dalgası nedir?…Sizden özür dilerim sevgililerim…Kendimi öyle özgür hissediyorum ki.Her şey gerçek.Her şeyin bir anlamı var.AMA BU KARMAŞA BENİM.BEN,BENİM OLMAK İSTEDİĞİM DEĞİL.”
Filmin sonlarına doğru Guido’nun tabanca ile kendini vurması aslında eski benliğini öldürmek anlamına gelmektedir.Dikkat edilirse eski benliğini öldürdükten sonra yukarıda alıntıladığım sözleri söylüyor.Eski Guido gidip yerine yenisi geliyor. Guido bir tür doğum gerçekleştiriyor.Eskiden ilişki kurduğu ve kendisini sürükleyip parçalayan tüm insanların kendi benliğini oluşturmada rol aldığını keşfediyor.O nedenle hepsi gerçek , hepsinin bir anlamı olduğunu söylüyor.Tüm bunlar benim Ama olmak istediğim ben değil …
Harem sahnesinden hareketle yönetmene yapılan eleştiri yerinde olmakla birlikte filmin sonunda yönetmenin, “tüm sevgililerimden özür diliyorum”sözleri ile öz eleştiri yapmağa çalıştığını,hatta eşi ile yeni bir başlangıç yapmağa çalıştıklarını hatırlatmak istedim…
Tekrar teşekkür eder,iyi çalışmalar dilerim.
Nevzat Bey, filmi izledikten sonra aradan zaman geçince sahneleri yeniden hatırlamak zorlaşıyor ama dediğiniz sahneye hatırlıyorum.Masanin altında kendini vurması, tabii çeşitli yorumlar getirilebilir, sizin yorumunuz da isabetli, yönetmenin söylediği “karmaşa benim” mantığından yürürsek o karmaşadan kurtulmak için kendini vuruyor anlamını da çikarabiliriz. Tabii kendini vurma sahnesinin bir hayal olduğunu unutmadan.
Sizin yorumunuz için de teşekkürler…