Abuk Subuk konuşma arkadaşım…
Sıcak Kafa, “oh ya” dediğim bir dizi; Bir roman okursunuz (özellikle Oğuz Atay’ın romanları gibi) okurken neredeyse bütün satırların altını çizersiniz işte öyle bir dizi. Yakan beyin sembolleriyle başlayan bölümlerin giriş sahnelerinin ilerleyen bölümleri beyninizi zorluyor; seyirciye hazır sunum diye bir şey aramayın, bulamazsınız. Anlamları siz yükleyeceksiniz. Bütün mesele iletişim kanallarının geri bildirim kanalında…
Bu diziyi keyifle izlememin en büyük nedenlerinden birisi de kuşkusuz dilbilim üzerinden göstergelerle anlamı birleştiren kurgusuydu… Küçük eleştirim ise film müziğine! Dört bölüm boyunca sürekli gerilim müziği beni rahatsız etti; dizinin şiirselliğine gölge düşürmüş.
“SICAK KAFA”YI YARATAN GÜZEL KAFALARI KUTLUYORUM.
Öncelikle eseri yazan Afşin Kum’u kutluyorum.
“Sıcak Kafa” dizisi Afşin Kum’un aynı adlı eserinden uyarlandı. Böyle bir eserin varlığını diziden öğrenmiş olmanın utangaçlığını taşıdığımı ifade etmek isterim. Dizi hakkında (tercihimden dolayı) hiçbir şey öğrenmeden Netflix’in karşısına oturduğumda ilk beş dakikada gerçek bir zeka ürünü ile karşı karşıya olduğumu hemen anladım. ortakoltuk.com yöneticisi Nusret Şen’e de diziyi durdurup “Harika bir başlangıç, bende bir roman çağrışımı yaptı, sıradan bir dizi değil, eleştirisini yazacağım” diyerek düşüncelerimi belirttim. Dizinin bir bölümünü izledikten sonra nereden uyarlandı acaba (çünkü böyle bir öykünün kesinlikle uyarlama olduğunu düşünmüştüm) diye bakarken Afşin Kum’un eseri olduğunu işte o zaman öğrendim. Bilin bakalım Afşin Kum kimin oğlu? Hemen söyleyeyim Feyza Hepçilingirler’in oğlu. Dolayısıyla şaşırmadım. Kendisi de zaten Boğaziçi Üniversitesinde Bilgisayar Mühendisliği, Bilgi Üniversitesinde sinema-televizyon öğrenimi görmüş…
Bu eleştiriyi yazmadan önce de yazarın 2016 yılında yayınlanmış “Sıcak Kafa” ve 2020 yılında yayınlanmış olan “Kübra” eserinin siparişini verdim. Türkiye’den gelecek olan misafirlerim getirecekler…
“Sıcak Kafa” 2017 yılında Gio Ödüllerinde en iyi roman ödülünü almış.
Diziye gelince; yapımcıları Timur Savcı, Burak Sağyaşar; yönetmeni Mert Baykal, Umur Turagay, senaristleri Mert Baykal, Müjgan Ferhan Şensoy, Zafer Külünk, Gökhan Şeker ve görüntü yönetmeni Yon Thomas .
Güzel iş çıkarmışlar, distopik türde Türkiye’de başarılı bir çalışma çıkmadığını söylemiştim daha önce. Evet öğrenilmeye başlanmış, dünya çapında sayılabilecek bir bilim-kurgu nihayet bizim ülkede de yerini buldu. Pandemi sonrasında karşımızda kaliteli çalışmalar çıkmaya başladı. Bunların arasında başta “Gönül”, “Aşıklar Bayramı” “Cici” yi Netflix gösterimleri arasında sayabiliriz. Devamını dileriz. Türk seyircisini küçümseyip basit filmler yapmanın anlamsızlığı böyle yapımlarla ancak kanıtlanabilir. En azından ortalama zekaya hitap edecek ürünler sunulmalı izleyiciye…
Küçük bir eleştirim de olacak elbette, sonraya bırakıyorum.
HARİKA ABUKLAMALAR!…
Birinci bölümden ilk abuklama; “İnşallah sürtünme dürtüsünü silindir nefretine kurban etmezsin”…
Ve devamında gelen abuklamalar tam şiir lezzetinde, tadından doyulmuyor.
Bu abuklamalar neden kaynaklanmaktadır?
Dünya bir salgına teslim olmuş; Konuşarak kulaktan kulağa yayılmış bir delilik hastalığı: ARDS, basit deyimiyle Abuklamalar!
Saçmalıklar ve sayıklamalardan muzdarip olan hastalığa yakalanmış insanlar durmadan konuşuyorlar!
Bu, uzun süre suskunluğa mahkum olmuş insanların dudaklarından ortaya saçılan semantik patlamalardır.
Hastalığa neden olan “semantik bir virüs”tür zaten. İnsanlar bu virüsten kaçmak için kulaklarını kapatırlar. Hastalıkla Mücadele etmek bahanesiyle SMK (Salgınla Mücadele Kurumu” devreye girer; her şeyi yasaklarlar…
Bu bölüme yorum yapmadan geçmek olmaz.
2016 yayınlanan roman adeta 2019’un son aylarında başlayan Covid 19’un habercisi olmuş. İlk anda romanın bu salgından hareketle yazıldığını düşünmüştüm; bütün dünyanın ağzını kapatan maskelerin üst anlam düzeyinde kulakları kapatma versiyonu olarak yorumlamıştım; fakat eserin dört yıl öncesinde yazıldığını öğrenince hayretim büsbütün arttı, şapka çıkardım. Fiziksel bir hastalık salgınının zihinsel altyapısı durumu söz konusuydu sanki…
Bu durumu anlambilimi açısından ele aldığımızda tersinden şöyle bir mecazi anlam çıkarabiliriz; önce insanların ağzını kapattılar, baş edemeyince bu kez söylenenler duyulmasın diye insanların kulaklarını tıkayıp kapattılar!
Zihinsel alt yapının harcını ise dilbilimi oluşturuyordu. Diziyi izlerken kendimi üniversite yıllarında sentaks dersini alırken buldum. Hocalarımızın semantik tabloları, iletişimde tahtaya çizdikleri verici, alıcı, kanal, geri bildirim şeması ve karşımıza çıkan anlambilim…
Bu diziyi keyifle izlememin en büyük nedenlerinden birisi de kuşkusuz dilbilim üzerinden göstergelerle anlamı birleştiren kurgusuydu…
Chomsky’yi anmadan olur mu! dizi de anıyor, tabii baş kahramanımızın bir dilbilimci olduğunu unutmayalım!..
MURAT SİYAVUŞ; GEÇMİŞİN DEHŞETİ, GELECEĞİN ÜMİTSİZLİĞİ ARASINDA KAFASI YANAN ADAM!
Bir kaotik ortam düşünün; her şey karman çorman, evlerde eşyalar üst üste yığılmış, dağınıklığın haddi hesabı yok; sokaklarda yüksek apartmanlar, duvarlara yazılmış yazılar, caddeler tam bir sis içinde, gri tonda ilerliyor sahneler. Neresi burası dersiniz? İstanbul! Caanım İstanbulun başı dumanlı! Ve bu keşmekeş şehirde sıradışı bir birey; Murat siyavuş (Osman Sonant) Geçmişin dehşeti geleceğin ümitsizliği arasında sallanan adam (hepimizin sallandığı gibi; ki bu sallanma müthiş bir sembolle anlam kazanmış) Devasa bir güce sahip SMK, abuklar ve abuklamaktan korkanların dünyasında yer bulamayan, askıda kalan bir kişi Murat; bir bakıma çağımızın aydını! Yüksekte bir yerde ama aşağıya inmiyor, inemiyor; soyutlanmış çıkışsız ve çaresiz bir durumda.
Zamanında bilim adamı arkadaşı tarafından ona yapılan bir müdahale sonucu psikotik sorunlar yaşamaktadır, bu salgında bile istese de saçmalıyamıyor; abuklamaları duyduğunda kafası ısınıyor, beyni yanıyor. Dolayısıyla abuklayamayan kişi olarak özel bir vasıf kazanıyor ve başta SMK olmak üzere herkes onun peşine düşüyor; o ise arkadaşı Özgür’ün peşine…
AŞK, BU KAOTİK ORTAMDA BETONLARI DELEN KARDELENDİR
“…
Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsmânın
Bu sîne-i berk-âşiyânın
Sînâ dahi görmemiş nişânın
Efrûhte-i inâyetindir
…”
(Bağrımda yanan) can mumunun öyle bir şulesi var ki, gök kubbe denen fanusa sığmaz. Yıldırımlara, şimşeklere yurt olan şu sineme, Sina dağı bile benzeyemez. (Ey sevgili! Çünkü o,) senin inayetinden yanıp tutuşmuştur.)
Dizide iki mısrası alıntılanan Şeyh Galib’in bu güzelim şiirinin dört mısrasını yazmak istedim. Evet, o sevgilinin adı ateşin her türlü anlamını taşıyan Şule’dir ve kız otobüslerin uğramadığı eski bir durakta kitap okumaktadır. Bu sıradışı genç kız solcu bir örgütü çağrıştıran Artı 1’de faaliyet yürütmektedir. Murat Şule’yi (Hazal Subaşı) bu durakta görür ve yolları kesişir, aralarında çekim oluşur ve Murat çirkinlikler içinde bütün güzel sembolleri hissettiği, ayaklarını yerden kesen bu aşka yükler….
Özetle “oh ya” dediğim bir dizi; Bir roman okursunuz (özellikle Oğuz Atay’ın romanları gibi) okurken neredeyse bütün satırların altını çizersiniz işte öyle bir dizi. Yakan beyin sembolleriyle başlayan bölümlerin giriş sahnelerinin ilerleyen bölümleri beyninizi zorluyor; seyirciye hazır sunum diye bir şey aramayın, bulamazsınız. Anlamları siz yükleyeceksiniz. Bütün mesele iletişim kanallarının geri bildirim kanalında…
Oyuncular özenle seçilmiş; Osman Sonant, Şevket Çoruh, Tilbe Saran, Haluk Bilginer, Gonca Vuslateri, Şebnem Hassanisoughi, Hakan Gerçek, Kubilay Tunçer hepsi beklenen performansı sergiliyor. Sadece Şule karakterini canlandıran Hazal Subaşı’nın yeterince inandırıcı olmadığını söyleyebilirim. Murat’ın annesini canlandıran Tilbe Saran‘a rolünün az olmasına rağmen bayıldığımı söylemeliyim; “Acaba Feyza Hanımdan izler mi taşıyor” diye düşünmedim değil…
Dizinin dört bölümünü izledim. Küçük eleştirim ise film müziğine! Dört bölüm boyunca sürekli gerilim müziği beni rahatsız etti; dizinin şiirselliğine gölge düşürmüş.
Labirentlere sıkışmış Murat ya da genel anlamıyla insan için bir umut var mı derseniz; evet bu sorunun cevabını da alıyoruz; labirentlerde bir çıkış yolu var “ insanlık adına hala bir umut var” Bütün mesele otobüslerin uğramadığı eski duraklara birikip o otobüsü o durağa getirmektir. Biz küçükken büyüklerimiz, bizden işitmek istemediği sözleri duyunca ”Abuk Subuk konuşma kızım / oğlum” derdi. Susanların hastalığı olan abuklamaya yakalanan abluklar ise hepimiziz aslında…
Şimdi izninizle kalan dört bölümü eleştirel gözle değil keyifle izlemek istiyorum, sizlere de iyi seyirler diliyorum…
Yönetmen : Mert Baykal
Hikaye : Afşin Kum
Senaryo : Gökhan Şeker, M. Ferhan Şensoy, Aylin Tinel, Zafer Külünk, Mert Baykal
Görüntü Yönetmeni : Yon Thomas
Kurgu : Erhan Acar Jr., Korhan Koryürek, Aylin Tinel, Murat Başören
Müzik : Cem Öğet, Sertaç Özgümüş
Oyuncular : Osman Sonat, Şevket Çoruh, Hazal Subaşı, Şebnem Hassanisoughi, J. V. Martin, Tilbe Saran, Erdem Akakçe, Gonca Vuslateri, Arda Aranat, Özden Işıltan
Türkiye / Macera-Gizem / Dram / 6 Bölüm
Çok saçma bir dizi gibi 4 bölümdür izliyorum gayet saçma
Az once son bolumu izledim, genel olarak guzel. Sule karakterinin oyunculuk performansinin zayif olduguna katiliyorum. Dilbilim acisindan filmi ozel yapan seyi biraz daha acsaydiniz iyi olurdu. Gizemli bulmacali kisimlar daha iyi islenebilir ve hikaye daha gercekci aktarilabilirdi. Boylesi bir salginin gundelik hayati nasil degistirebilecegi cok iyi calisilmamis. Birini duyarak hastalanabileceginiz bir dunyada isler filmdekinden daha dramatik olurdu muhtemelen. Fikir guzel ama cok daha iyi islenebilirdi, gercekcilik konusunda top hep taca dusuyor. Hikayenin curetinin hatirina filmi idare ediyoruz bir cok yerde. Boyle bakinca barutu icat edip silah yapmayi akil etmis bir film belki ama mantar tabancasi ile ates etmisler filmde.
Arkadaşlar yapay zeka destekli blockchain ülke yönetim modeline hazır olun dizide gördüğüm eskiye dönüş eski telefonlar eski teypler eski radyolar eski tv ler var. Yok oluşta olabilirmiş filmin adı. Dünya ekonomik forumun big reset gündemi buymuş demekki. Ben olaya bu şekil bakıyorum. Bu senaryolar tesadüf yazılmamış yazdırılmış. Abuklama olmaz virüs olur başka bisey olur ama ana tema belli yok oluş.