Spencer

Pablo Larrain’in gerçek bir trajediden esinlenen masalı

“Spencer”

Türk seyircisi, 1976 doğumlu Şili’li yönetmen Pablo Larrain’i, 2009’da İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanan ikinci uzun metrajı “Tony Manero” (2008) ile tanıdı.

Ülkesinin en çalkantılı döneminde geçenleri öykülediği “Şili Üçlemesi”nin ilk filmi olan “Tony Manero”, Pinochet diktatörlüğü yönetimindeki 1978’in Şili’sinde, bir barda dans gösterisi yapan 50 yaşlarında bir adamın, “Saturday Night Fever” filminde John Travolta’nın canlandırdığı Tony Manero karakterine saplantıya varan hayranlığına odaklanırken, filmin arka planına Pinochet karşıtı bildiri dağıtan aktivistleri, polis baskınlarını, duvarlarda yazılı sloganları ve sivil polislerin yargısız infazlarını oturtarak Şili’nin o günkü politik atmosferini öne çıkarır. Beş yıl geriye giden Larrain, üçlemenin ikinci filmi “Post Mortem” (2010) ile Allende’nin öldürüldüğü geceye odaklanır, üçüncü bölüm “No” (2012) ile Pinochet’in yönetimini sekiz yıl daha uzatma kararı, dış baskılar sonucun halka sunulduğu referandumda hayır kampanyası için çalışan bir reklamcıyı anlatır.

Bütün önceki çalışmaları gibi çok sayıda ödül kazanmış olan “El Club” (2015), deniz kıyısında, gözlerden ırak bir Şili köyünde inzivaya çekilmiş Katolik rahip ve rahibelerin yaşamına yönelir. Cemaatte beklenmedik bir intihar olayının ardından soruşturma için gelen rahip, kulübün bir sürgün yeri, dışarı çıkabildikleri sabah erken ya da gece geç birkaç saat dışında bir tür ev hapsinde tutulan sakinlerinin dünyadan eteğini ayağını çekmiş din insanları değil, oğlan çocuklarına cinsel tacizde bulunmuş rahipler, evlenmemiş bekâr annelerin çocuklarını zorla ellerinden alarak evlatlık vermiş/satmış rahibeler olduğunu fark eder.

El Club”un en ürkünç, en kan dondurucu yanı sadece bu iğrenç tecavüzlerin vahşeti değildir. Kendini her dem, “hata yapmaz, yanılmaz” olarak kabul ettirmiş olan Katolik Kilisesinin kurbanlara destek olacağına, suçluları papazlıktan çıkararak adalete teslim edeceğine, onları ücra “kulüplere” tıkarak olanları itibarını korumak için örtbas etmesi hem daha da büyük bir suç hem inancının kabul edemeyeceği büyük bir günahtır.

1947’de Başkan González Videla‘nın grevdeki madencilere yönelik baskısını protesto ettiği için ülkeyi terk etmek zorunda kalan Nobel ödüllü komünist şair, politikacı ve diplomat Pablo Neruda’nın Şili’den kaçışını anlattığı, fetiş oyuncusu Alberto Castro’nun ilk kez rol almadığı “Neruda” (2016) ile Larrain, XX. yüzyılın öne çıkan bazı gerçek kişilerinin yaşamlarının dönüm noktasındaki kişilere odaklanan bir monografi dizisine girişir.

Neruda’nın izini süren müfettişin hayali bir karakter oluşunu fark etmesiyle gerçeküstü öğelerle gerçekleri iç içe geçirmesi, Larrain’in anlatısına yepyeni bir boyut getirir.

Müteveffa başkanın eşi Jacqueline Kennedy’nin, başkanın öldürülmesinden bir hafta sonra Life dergisine verdiği söyleşiden yola çıkan Larrain, aynı yıl “Jackie”yi çeker. Natalie Portman, olağanüstü yorumuyla eşini, evini, mevkiini kaybettiği anda karar yetkisini üstlenmek zorunda kalan bir kadının çelişkisini bire bir hissettirir.

Monografi dizisi bir viraj alarak, yorumcu dansçı, yangın çıkarmaya takıntılı sosyopatik sınırda baştan çıkarıcı manipülatif bir kadına, takıntılı anaç içgüdülü akıl sır ermez kurmaca bir karaktere yönelir. Yaratılmış bir karakterin yaratıcısını aşarak kendine has bir yaşama ulaşmasını biraz da şaşkınlıkla ele alan “Ema” (2019) Larrain’in bugüne kadar çekmiş olduğu en erotik filmdir.

Dokuzuncu uzun metraj filminde Larrain, daha tanıdık sulara dönerek, hemen başında, “gerçek bir trajediden esinlenmiş bir masal” olarak takdim ettiği “Spencer”de (2021)

kendi kimliğinin peşinde koşan bir genç kadının cüretkâr ve bir miktar da gizemli portresini çizer. Spencer, Windsor’ların Sandringham’daki şatolarının komşusu, kökeni Stuart’lara dayanan aristokrat ailenin kızı olan, veliaht Prens Charles ile tanışıp onunla evlendikten sonra Galler Prensesi unvanı alan Diana’nın genç kızlık soyadıdır. Düşlenenle yaşananı iç içe geçiren Larrain, Diana’nın kendisini Ann Boleyn’in hayaletiyle, Charles’ın hâlâ âşık olduğu, ancak kraliyet gelenekleri karşı çıktığı için evlenemediği Camilla Parker Bowles‘u da Jane Seymour ile özdeşleştirdiği gerçeküstü öğelerle “Neruda”nın sürreel tonlamasını anımsatan, son derece inandırıcı ve gerçekçi yapısıyla da “Jacky”ye yakın duran bir film yapmıştır.

Söz konusu trajedi, Diana’nın çok genç yaşta ölümüne sebep olan, gizemi hâlâ tam olarak çözülememiş ölümcül kaza değildir. “Spencer”deki trajedi, artık yürümediği iyice belli olan bir evliliği sürdürmek için gösterdiği çabanın bulimia’ya sürüklediği, gerçek dünyayla ilişkisini giderek kaybetmekte olan özgür ruhlu bir kadının, “hepsi iyi insanlar olan”, ancak kurallara sımsıkı bağlılıkları baskıcı bir işkenceye dönüşen kraliyet ailesiyle Sandringham şatosunda geçirmek zorunda olduğu üç günlük geleneksel Noel kutlamalarında, yaşamak zorunda kalacaklarıdır.

Film, kuralcı saray düzeninin müsamahasız zamanlamasına uymakta hep zorlanmış olan, “kralların nezaketi” dakiklikle devamlı sorun yaşayan Diana’nın ilk buluşma sabahı yolunu kaybederek Sandringham’a kraliçeden bile daha geç varmasıyla başlar. Çocukluğunun geçtiği yörede, avucunun içi gibi bilmesi gereken yollarda, Diana’yı bile şaşırtan bu kayboluş, bir yandan genç kadının kutlamalara katılmak istemeyişinin, diğer yandan da yıllarca beklentilere uygun yaşama çabalarının onu gerçek dünyadan koparmaya başlayışının simgesidir. Şatoya girdiğinde, ailenin gözü kulağı olan, onun bilgisi haricinde hiçbir şey yapılamayan güvenlik şefi emekli binbaşı Gregory (Timothy Spall) ile karşılaşan Diana, ancak oğulları William (Jack Nielen) ve Henry (Freddie Spry) ile buluştuğunda rahatlar. Çocuklarıyla birlikte geçirebildiği, karşılıklı sevgi, anlayış ve bir miktar da suç ortaklığı paylaştığı bu anlar, film boyunca genç kadının mutlu olduğunu hissettiği ve hissettirdiği az sayıda bölümlerdir.

Görüntü yönetmeni Claire Mathon’un, kış güneşinin en parlak olduğu ya da iç mekânların ışıl ışıl aydınlatıldığı anlarda bile görüntülere verdiği eski fotoğraflar tadındaki az biraz puslu renkler, Larrain’in artık imzası hâline gelmiş olan, karakterlerin karamsarlığını yansıtan gri-mavi tonlama ile müthiş etkileyici bir karşıtlık oluşturur. Sayısız ilginç sekans arasında iki tanesi kolay unutulur gibi değildir. Birincisi, Diana’nın, boynunda kocasının Noel hediyesi muhteşem inci kolye, törensel aile yemeği sırasında karşısında oturan ve kendisini aldattığını bildiği Charles’a (Jack Farthing) baktığı sahnedir. Gerçek ve düşsel ıstırabı harmanlayan bu sekansta, kocasının kolyenin bir eşini sevgilisine verdiğinden haberdar olan Diana, kolyeyi kopararak incileri çorbanın içine döktüğünü ve çorbayı kaşıklarken büyük bir acıyla da olsa incileri kıtır kıtır çiğnediğini hayal eder.

İkincisinde, Diana ile Charles, duvarları kitaplıklarla kaplı bir salonda, bir bilardo masasının iki başında tartışmaktadırlar. Sıkıntılarını paylaşmaya çalışan, sorunlarına çözüm arayan kadına kocası, iki farklı görünümleri olduğunu, birinin dışa karşı gösterilen, diğerinin de korunması gereken içsel birer imaj olduğunu söyler. Konuşmadan da daha önemli olan, tartışmanın sonunda siyah bir bilardo topunun yuvarlanarak Diana’nın ayakkabısına değmesidir. Seçici İngiliz kulüplerinde, yeni üye kabulü oylamasında “red” anlamına gelen siyah top, kraliyet kulübünün artık Diana’yı reddettiğini, Charles ile evliliğinde sonun başlangıcına gelindiğini simgeler.

Larrain, hayatının dönüm noktasındaki Diana’nın hissettiği boğucu baskıyı, sadece fiilen buz gibi soğuk şatoda, kraliyet ailesinin buz gibi mesafeliliğiyle değil, halkın her kesiminin sevdiği genç prensesin, mutfak şefi Darren (Sean Harris) ya da giydiricisi Maggie ile (Sally Hawkins) sımsıcak ilişkisinin karşıtlığıyla verir.

Şatonun dışında ve içinde mahremiyetini tamamen kaybetmiş olan Diana, gerçek ve düşsel duvarların üzerine kapanmaya başladığını, artık gerçekliğe tutunamadığını fark ettiğinde son bir hamle yaparak içine kapatıldığı bu kafesten kurtulmayı başaracaktır…

Larrain’in müthiş etkileyici filmine, İngiliz aksanına da epey hakim olan Kirsten Stewart’ın çok başarılı yorumunun büyük katkısı var. Oscar adaylığının neredeyse kesin olduğu genç oyuncunun heykeli kucaklaması da pek sürpriz olmaz.

Sonuç olarak “Spencer”, Pablo Larrain’in son zamanlarda üzerinde çalıştığı monografi dizisine parlak bir katkı getiren, çok iyi yazılmış, çok iyi yorumlanmış, çok iyi sahnelenmiş bir film. Vizyona girdiğinde mutlaka izleyin derim.

Yönetmen : Pablo Larraín

Senaryo : Stevent Kinght

Görüntü Yönetmeni : Claire Mathon

Kurgu : Sebastián Sepúlveda

Müzik : Jonny Greenwood

Oyuncular : Kristen Stewart, Jack Farthing, Sean Harris, Sally Hawkins, Timothy Spall, Richard Sammel, Michael Epp

ABD / Biyografi-Romantik-Dram / 111 Dk.

OrtaKoltuk Puanı:

1 YORUM

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz