Tom Medina
Filmde, Dünyayı rahatsız eden konular parçalar halinde gösteriliyor; plastiklerle yapılan çevre katliamı, kadına uygulanan şiddet, adaletsizlik, ayrımcılık…Ancak parçaların güzel bir kompozisyon oluşturduğunu söylemem pek mümkün değil. Yönetmenin diğer filmlerindeki o hoş lezzeti hissedemedim…Bu lezzeti hissetmemekle birlikte doğanın ve insanın içindeki vahşi şiiri okudum.
TONY GATLİF’TEN “TOM MEDİNA”
Tony Gatlif’in nerdeyse bütün filmlerini seyrettim; Vengo, Çılgın Yabancı, Swing, Sürgündekiler, Translavinya, Özgürlük, Geronimo, Aman Doktor ve son filmi Tom Medina…
Gatlif, sevdiğim yönetmenlerden biridir. Filmlerinin ortak özellikleri başta çingeneler olmak üzere dışlanmışları odak noktasına alır. Doğa, hayvanlar ve müzik baştacıdır; her bir filminin şahane şarkıları vardır. Baş karakterleri genellikle deli göz ya da tam delidir ama bu delilik özgürleştirici bir deliliktir. Bütün filmlerini büyük bir keyifle izledim, bana başka dünyaların kapılarını açtılar; bu dünyada acı, dram vardır; aynı zamanda insani ögeleri de ön plana çıkarır ve o trajediden olmadık güzellikler de ortaya koyar…
“Tom Medina” filmi biraz farklı olsa da bu ortak özellikleri taşıdığını söylemeliyim.
Çekimler Fransa’nın Camargue Bölgesinde yapıldı. Güney Fransa’da bulunan bu bölge İspanya sınırı yakınlarında; bu yüzden O civardaki ilçelerde özel arenalar bulunmaktadır. Oraları gezen, gören birisi olarak Nimes ve Aries arenalarını da ziyaret etmiştim. Filmin ilk sahnesi de Aries Amfitiyatrosunda başlıyor zaten.
Seyircilerin yerini aldığı boğa gösterisinde matadorun birisi kara kedi gördüğünü ve uğursuzluk getireceğini düşündüğü için boğa güreşinden çekilir, seyircilerin arasında olan Tom Medina (David Murgia) kendini arenanın içine atar; herkesin şaşkın bakışları arasında bu deligöz oğlan fantastik gösterisini yapar; tutkuyla dans ederek boğaya yaklaşır ve boğanın hışmından kaçarak çeviklikle arenenın duvarına sıçrayarak kurtulur. Bu gösteriden sonra yola düşer; istikamet “Saintes- Maries de La Mer” dir. Burası atların, boğaların eğitilip, yetiştirildiği bir çiftliktir. Sahibi de Camargueli Ulysses’dir. (Sanıyorum yönetmen James Joyce’nin Ulysses romanın etkisiyle kahramanına bu ismi vermiş) Tom, Camargue bataklığına saplana saplana giderken atlılarla karşılaşır ve onlara çiftliğin yönünü sorar, kafilenin sorumlu kişisi “önce bir günaydın de” diye oğlanı tersler. Tesadüf bu kişi tam da Tom’un aradığı çiftlik sahibi Ulysses’dir.
Fransızların en büyük özelliği “bonjour” (günaydın) demeden konuşmaya başlayan kişileri terslerler. İtiraf etmeliyim ki birkaç kez de (aynı Ulysses’nin yaptığı gibi) ben terslendim. Otobüse binerken şoföre günaydın demeden geçtiğin zaman seni anında bozar, keza inerken de iyi günler demek zorundasın. Tabii biz alışkın olmadığımız için (zira memleketimizde söylenen merhaba, günaydın sözleri hep karşılıksız kalmıştır) böyle gaflete düştüğümüz zamanlar oldu ilk başlarda, şimdi sokağa çıktığımızda en az yirmi kez “günaydın” diyoruz, sokaktan yanından geçtiğin kişileri de atlamamak gerekir. Bu dipnotu da belirtmeden geçmeyeyim…
DOĞANIN VE İNSANIN VAHŞİ ŞİİRİ
Ve doğaya, insana yolculuk başlıyor. İnsana yapılan yolculukta üç hüzünlü kişi karşımıza çıkıyor. Ulysses ciddi bir karakter, laubalilikten hoşlanmıyor ama derinliğinde müthiş bir insan sevgisi var; Tom’a sahip çıkıyor, onu hırsızlık ve yalan söyleme alışkanlığından vazgeçiriyor, kendi evladının yerine koyuyor bir bakıma…
Suzanna, (Suzanne Aubert) çevre aktivisti, orada-burada kalıyor, kalıcı mekanı yok, kederli yüzünde kocaman bir hikaye okunuyor.
Tom’a gelince hayata alaycı ve esprili bakışının arkasında yine yürek yakan bir geçmiş var, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı potansiyel tepkili; matador olmak hayattaki en büyük tutkusu; öyle ki sürekli boğa halüsinasyonları görecek şekilde ama özünde iyi bir delikanlı…
Üç kahramanımızın da gizemli tarafı filmin sonuna kadar sürüyor neredeyse, üçünde de kayıp hikayesi mevcut. Bu üç kişinin dışında bir de öne çıkan Stella (Karolina Rose sun) Ulysses’nin kızı; güçlü ve sağlam bir karakter, oldukça becerikli…
Dünyayı rahatsız eden konular, parçalar halinde gösteriliyor; plastiklerle yapılan çevre katliamı, kadına uygulanan şiddet, adaletsizlik, ayrımcılık…Ancak parçaların güzel bir kompozisyon oluşturduğunu söylemem pek mümkün değil. Yönetmenin diğer filmlerindeki o hoş lezzeti hissedemedim…Bu lezzeti hissetmemekle birlikte doğanın ve insanın içindeki vahşi şiiri okudum. Turnaların uçuşu, kuğuların dansı, kurbağaların patlak gözlerinin sevimliliği, atların rüzgarla yarışı, boğaların kızgınlığı doğanın en güzel şiiri olsa gerek. Hele kuğuların toplu halde (ki Camargue Bölgesi kuğu cenneti) uyumlu hareketlerini seyretmeye doyum olmuyor. Bu sahne keşke biraz daha uzun olsaydı diye içimden geçirdim. Yılan balıkları sahnesi de dikkat çekiciydi…
Her eserde otobiyografik özellikler vardır. Tony Gatlif gençliğinde “La Chevauchee” çiftlik evinde kalmış. O çiftliğin sahibi Jean Cochet’miş. Gatlif, 1998 yılında ölen Jean Cochet’e gecikmiş bir teşekkür gönderiyor. Belli ki gençliğinde kaldığı bu çiftlik evinden yola çıkarak filmi çekmiş; Ulysses de Jean Cochet olsa gerek. Diğer taraftan yarı kovboy türünde olan ”Tom Medina”nın “The Power of the Dog” tan esintiler taşıdığını söylemeliyim.
Parçalar, evet filmde dikkat çekici olan parçalar var. Yönetmen dil konusunu da atlamıyor. Örneğin Ullysses evde yarı insan yarı canavar bir Tanrının hayatını anlatan “La Bete du Vaccarès” kitabı okuyor sürekli. Provençal dilinde. (daha önce duymamıştım, Güney Fransa, İtalya ve İspanya’da konuşulan Latin diliymiş… strasbourg ve Strasbourg’a sınır olan Almanya’nın yöresel dili de Alsascaydı, çok kez Alsasça konuşanlara şahit olmuştum) Tom’a bu kitaptan birkaç metin okuyor ve daha sonra da aynı kitaptan satın alarak Tom’a hediye ediyor…
Dil ile ilgili bir başka güzel sahne; Tom kiliseye dua etmek için gittiğinde rahibe hangi dilde dua etmeliyim diye soruyor. Rahip ona “Tanrı her dilden duayı kabul eder” diyor. Bu sahneyi de yönetmenin ayrımcılık yapanlara güzel bir cevabı olarak düşünüyorum…
Ve müzik; Roman annenin ve Cezayirli babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Tony Gatlif, genetiğinden gelen özellikleri müziğinde tamamıyla gösteriyor. Aynı zamanda müzisyen olan yönetmen ruhundaki müziği sinemasına yansıtmayı çok iyi beceriyor. İsyancı ruhla söylenen şarkıların derinliğinde hissedilen acı yaralı seslerde (o seslere müzikte ne denilir bilmiyorum) kimliğini buluyor; Vengo’da “Naci en alamo”, Çılgın Yabancı’da “ Tekila” Özgürlük filminde Catherine Ringer’in söylediği “Les Bohemiens” unutulmayan şarkılar. Bu filmde ise Gİpsy Kings şarkıları kullanmış. Filmin fon müziği de yine İspanyol, Endülüs, Roman müziğinin karışımından oluşuyor…
İzleyin derim…
Yönetmen / Senaryo : Tony Gatlif
Görüntü Yönetmeni : Patrick Ghiringhelli
Kurgu : Tony Gatlif
Müzik : Karoline Rose Sun, Delphine Mantoulet, Tony Gatlif
Oyuncular : David Murgia, Slimane Dazi, Karoline Rose Sun, Suzanne Aubert, Lyes Ouzeri, Romain Carbuccia, Morgan Deschamps, Clément Bouchet
Fransa-İsviçre / Dram / 100 Dk.