Christian Petzold’dan antik efsaneye çağcıl yorum : “Undine”

“Beni terk edersen seni öldürmem gerekir; bunu biliyorsun değil mi?”

Bağımsız filmler çeken genç Alman yönetmenlerin oluşturduğu Berlin Ekolü’nün önde gelen yaratıcı yönetmenlerinden Christian Petzold 1960’da, o zamanlar Doğu Almanya’da olan Hilden’de doğmuş. Önce Freie Universität Berlin’de Almanca ve Drama, ardından Alman Film ve Televizyon Akademisi (DFFB)’de Film Yönetmenliği okumuş.

Mezuniyetinden sonra birkaç ilginç televizyon filmi çekmiş olan yazar yönetmen, kendisine parlak eleştiriler ve ulusal ödüller getiren, 15 yıldır polis tarafından aranmakta olan sol kanattan terörist çiftin yeniyetme kızlarının bir genç adama âşık olmasıyla güvenliklerinin tehlikeye girmesini öyküleyen “Die innere Sicherheit / The State I Am In” (2000) ile sinemaya geçmiş. Bütün filmlerinin senaryosunu yazan Petzold, beş tanesini eğitimi sırasında asistanlığını da yapmış olduğu hocası Harun Farocki ile birlikte yazmış. İkinci uzun metrajı “Wolfsburg” (2003) ile arabasıyla bisikletli bir delikanlıya çarpıp kaçan bir adamın olayların beklenmedik gelişmesi ve vicdan azabıyla yüzleşmesini, 2003 yapımı “Gespenster”de, utangaç, çekingen, kararsız, sorunlu bir genç kız ile, onun seneler önce kendi hatası yüzünden kaybolan kızı olduğuna inanan bir kadının inanılması güç ilişkisini ele almış.

Baskıcı ve şiddete eğilimli kocasının pençesinden kurtulmaya çalışan bir kadının duyarlı portresini çizdiği “Yella” (2007) ve, adını Doğu Almanya’nın yoksulluğun ve işsizliğin kol gezdiği bölgesinden alan, bir aşk üçgeni üzerinden acayip bir ülkede yabancı olmak üzerine gelişen “Jerichow”da (2008) sonraki iki filminde de başrolü vereceği büyük Alman tiyatro ve sinema oyuncusu Nina Hoss ile ilk kez birlikte çalışmış. 2012’de Petzold, “Barbara”da, 1980 yılının Doğu Almanya’sında ülkeden çıkabilmek için vize talep ettiğinden, Doğu Alman gizli polis örgütü Stasi’nin tacizi ile yaşayan, sonunda küçük bir hastaneye sürgüne yollanan bir kadın doktorun hikâyesini anlatmış. Sevgi, fedakârlık ve iyilik gibi temalara akıllıca dokunan, yüzeysel ve önyargılı bir Doğu Almanya eleştirisinden uzak duran, arda Batı’nın cazibesine kısa ama etkili bir eleştiri gönderen “Barbara”, Berlinale’de En İyi Yönetmen Ödülü almış.

Petzold’un 2014’de çektiği “Phoenix” II. Dünya Savaşı sonunda bir toplama kampından kurtarılan yüzü parçalanmış Yahudi şarkıcı Nelly Lenz’in, geçirdiği estetik ameliyatla kendisinin bir benzerine dönüşmesini ve çok sevdiği kocası Johnny’yi bulmaya çabasını anlatır. Petzold, yaşadığı korkunç olaylardan sağ çıkan kadının kimliğini yeniden kazanma arzusuyla, karısının mirasını elde edebilmek için ona çok benzeyen bu kadını, olmadığı sandığı birine dönüştürme isteğini, yargılamadan savaş sonrasının yorgun ve yaraları taze naifliğiyle işler.

2015’de İKSV Uluslararası Film Festivali’ne “Phoenix” ile katılan yazar yönetmenle tanışıp konuştuğumda, Petzold Almanya’nın Savaş ve Savaş sorasını yaşamamış olsa da, ülkesinin çok ilgilendiği yakın tarihiyle bağlantılı bu iki filminin ardından, benzer konuda bir üçüncü çalışma hazırladığını söylemişti. Üçlemenin Anna Segers’in 1944 tarihli romanından uyarladığı son filmi “Transit” (2018), Nazi işgali altındaki Fransa’dan kaçmaya çalışırken, yanında ölen ünlü bir şairin kimliğini ve izin belgelerini alarak çıkış vizesi almayı bekleyen, beklerken, sonradan kimliğini çaldığı şairin karısı olduğunu öğrendiği kadına aşık olan bir adamın öyküsüdür. Ancak Petzold, zaman zekice boyutuyla oynayarak olayları bugünün Marsilya’sına aktararak o dönemin acımasızlığının günümüzde de geçerli olduğunu hatırlatır.

Avrupa’nın yakın geçmişinde karmaşık ve travmatik olaylara bulaşmış, geçiş ve dönüşüm hâlindeki insanların gerçekçi öykülerinin ardından Petzold, gerçekle gerçeküstünün, açık anlamlı ile mecazinin iç içe geçtiği, fantastik çağrışımları olan “Undine” (2020) filmiyle “Transit”ten iki yıl sonra yeniden Berlinale’ye gelerek FİPRESCİ Ödülünü ve Paula Beer için En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü alır. “Transit”in başarılı ikilisi Paula Beer ve Franz Rogowski’yi yeniden bir araya getiren “Undine”, bir açıkhava cafésinde, karşısında oturan varlıklı ve yakışıklı erkek arkadaşı Johannes’den onu bir başka kadın için terk edeceğini öğrenmesinin hemen sonrasında, Undine’nin üzgün ve mahzun yüzüne odaklanmış bir yakın plan çekimiyle başlar. Johannes’e kendisini sonsuza dek seveceğini söylemiş olduğunu hatırlatarak kararından vaz geçirmeye çalışan Undine, bunu başaramayınca sükûnetle ama müthiş ciddi bir ifadeyle “Beni terk edersen seni öldürmem gerekir; bunu biliyorsun değil mi?” der. Bu replik, öyküyü Almancası Undine olan Ondin mitosuna bağlayarak, filmi beklenmedik bir fantastik ve masalsı boyuta taşır.

Çeşmeleri gözyaşlarıyla besleyen Ondinler, denizkızlarının aksine, kuyrukları değil, bacakları olan mitolojik tatlı su perileridir. Efsanenin Alsace kökenli bir versiyonuna göre, bir şövalyeye âşık olup, aşkının hatırına karada yaşayan bir ölümlü olmayı kabul eden Ondin, sevgilisinin sadakatsizliğini öğrendiğinde, tekrar sulara dönebilmek için onu öldürmek zorunda kalır.

Berlin Senatosu Kentsel Gelişim ve Yerleşim bölümünde çalışan, çağcıl perimiz Undine, duvarları haritalar ve fotoğraflarla kaplı geniş bir mekânda, Berlin’in son birkaç yüzyıldaki değişimini kapsayan devasa bir şehir maketinin etrafında, yerli ve yabancı turistlere kentin mimari tarzlarını, birleşme öncesi Doğu ve Bölgelerinin merkezlerini ve farklılıklarını ayrıntılı olarak anlatır. Bu iki karşıt oluşumun birbirine uyumlu olarak yenilenme öyküsü bir bakıma kadınla erkeğin, insani ile efsanevinin, maddi ile uçarının çelişkilerini birbirleriyle uzlaştırmaya çalışan filmin ana tematiğini simgeler. Bu bağlamda, Berlin’in Doğu bölgesinde 1443’de saray olarak inşa edilen, II. Dünya Savaşı sırasında zarar gören, 1950’de, dönemin yönetimi gereken bütçeyi bulamadığından yıktırılan Berlin Palace’ın Almanya birleştikten sonra müze olarak yeniden inşa edilmesi, antik Yunana dayanan Undine mitosunun çağcıl olarak yeniden anlatılmasının da metaforu olabilir.

Bu romantik ve şiirsel filmde, su ile bağlantılı çok sayıda alegori ile karşılaşırız. Undine, caféye döndüğünde yeni tanıştığı Christoph ile konuşurken patlayan bir akvaryum ikisini sular altında bırakır. Suyun dibinde kaynak yapan dalgıç mühendis Christoph’un bir barajın türbinlerini tamir ettiği gerçeküstücü sekansta, karşısına dev bir yayın balığı çıkar. Tanışmalarından çok kısa süre sonra birbirine âşık olan Undine ile Christoph aynı mekânda dalış yaparken yayın balığı ile yeniden karşılaşırlar. Balığın büyüsüne kapılan Undine, tüm ekipmanından sıyrılarak balıkla birlikte yüzmeye başlar. Bu olağanüstü çekilmiş sahnede Undine, yepyeni bir aşkın ve mutluluğun peşinde Johannes’i öldürmekten vazgeçtiği, ya da aklına getirmediği için, Tabii ki sulara dönüş onun için ölümcül derecede tehlikeli olacak, yaşama ancak Christoph’un çabalarıyla dönebilecektir.

Bu andan itibaren “Spoiler” vermemek için, öykünün gelişimini ve etkileyici finalini izleyiciye bırakarak Petzold’un filmi yönetmesine ve oyuncularına odaklanalım.

Ondin / Undine efsanesi, ünlü “Küçük deniz Kızı” masalının da esin kaynağı olduğu için Avrupalı izleyicilerin çocukluklarından beri anımsadıkları bir öykü. Petzold tabii ki senaryoyu yazarken mitosu bilen bir kitle için yazmış. Ancak akıcı ve derli toplu anlatımı sayesinde hikâye hiç bilmeyenin de ilgiyle izleyeceği düzeyde. Görüntü yönetmeni Hans Fromm’un da desteğiyle, başta su altı sekansları olmak üzere, filmin müthiş etkileyici bir görselliği var .

Her zaman usta bir oyuncu yönetmeni olan Petzold’un ekibinin performansı kusursuz. Joaquin Phoenix’in gençliğini andıran fiziğiyle, “Victoria” ve “Happy End” filmlerinden şöyle bir hatırladığımız, “Transit” te oyunculuğuna da hayran olduğumuz Franz Rogowski sevimli, sevecen ve kimi zaman iç burkucu Christoph olarak çok başarılı. Maryam Zaree ile Jacob Matschenz üstlendikleri iki kilit karakterde müthiş doğallar.

İlkel ile medeninin arasındaki eşikte, doğal ile büyülünün sınırında ustalıklı bir dengede dolanan, en duygusal anında bile kontrolü elden bırakmayarak neredeyse bir robot gibi davranan Undine’in tehditkâr acımasızlığını satır aralarında devamlı hissettiren Paula Beer olağanüstü. Beer aynı zamanda, insanların dünyasında mutlak aşkı ve sadakatı arayan, cinayet değil sevgi isteyen mitolojik karakterin, mitostan kaçarak büyüyü bozmak ve özgür kalabilmek arzusunu da duyumsatabiliyor.

Sonuç olarak ilginç gerçekçi çalışmalarına alışık olduğumuz önemli bir sinemacıdan, beklenmedik derecede büyülü, duygusal ve şiirsel bir deneme. Son zamanlarda Alman sinemasında yapılmış en aykırı ve en heyecan verici işlerden.

Yönetmen / Senaryo : Christian Petzold

Görüntü Yönetmenin: Hans Fromm

Kurgu : Bettina Böhler

Oyuncular : Paula Beer, Franz Rogowski, Maryam Zaree, Jacop Matschenz, Anna Ratte-Polle, Rafel Stachowiak, Julia Franz Richter, Gloria Endres de Oliveira

Almanya-Fransa / Romantik-Dram / 90 Dk.

OrtaKoltuk Puanı:

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz