Van Gogh : Sonsuzluğun Kapısında  /  At Eterity’s Gate

Julian Schnabel’den bir başyapıt..

Amerikan resminde Jean-Michel Basquiat ve Eric Fischl’le birlikte Yeni Dışavurumcu Akımın en önemli temsilcilerinden 1951 Brooklyn doğumlu Julian Schnabel, yapıtları National Gallery of Art (Washington), Museum of Modern Art (New York), Museum of Contemporary Art (Los Angeles), Museo Reina Sofia (Madrid), Tate Modern (Londra) gibi, dünyanın ileri gelen müzelerinin koleksiyonlarına girmiş bir sanatçı.

1990’da, henüz 27 yaşında yüksek dozdan ölmüş olan dostunun yaşamından esinlenerek, senaryosuna da katıldığı “Basquiat” filmiyle yönetmenliğe başlayan Schnabel, ressamlıkla yönetmenliği birlikte yürütmeye devam ediyor. Kübalı şair ve romancı Reinaldo Arenas’a odaklanan ikinci filmi “Before Night Falls / Karanlıktan Önce” (2000) ile Venedik’te Jüri Büyük Ödülünü, yine gerçek hayattan trajik bir öykü anlattığı “Le Scaphandre et le Papillon / Kelebek ve Dalgıç” (2007) ile Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülünü almış. Tam anlamıyla bir felâket olan “Miral”ın (2010) başarısızlığından sonra uzunca bir süre sinemadan uzak kalmış. Ressam Vincent Van Gogh’un yaşamının Arles ve Auvers-sur-Marne’daki son yıllarına yoğunlaşan 2018 tarihli “At Eterity’s Gate / Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısı” ile sinemaya dönüyor.

Schnabel, geleneksel kurmaca biyografilerden farklı olarak, sanatçının yaşamından ve yaratısından çok, yaratmanın süreci ve felsefesiyle ilgilenerek Van Gogh’u, dünyayı herkesten farklı gördüğü için tüm dünya tarafından dışlanmış biri olarak ele alıyor.

Sonsuzluğun Kapısı”, olağanüstü görüntüleriyle, dahi bir ressamın coşkularının, hayallerinin ve acılarının, bir başka büyük ressamın bakış açısından anlatıldığı gerçek bir sanat eseri.

Schnabel, epizodik yapıda kurguladığı filminde, görüntü yönetmeni Benoît Delhomme’un muhteşem doğa manzaralarını ve olağanüstü yürüyüş çekimlerini Van Gogh’un gözünden, ustaya bir saygı duruşu olarak onun renkleriyle izletirken, iç mekânların kopkoyu renkleriyle de, sanki çıldırmak üzere olan ressamın karanlık iç dünyasını simgeliyor.

Schnabel de, doğaya, ağaçlara, göğe bakarken gördüklerinin büyüsünü sorgulayan, bu büyüyü olağanüstü bir sanat eserine çeviren Vincent gibi, Gauguin’le Van Gogh’un neredeyse yüzlerine yapışan, bu yüzlerin çizgileriyle farklı bir sanat eseri yaratan kamerasıyla Van Gogh’un büyüsünü yakın planlarında çözmeye çalışıyor. Vincent’ın resim yaptığı sahnelerde, seyirciyi neredeyse tual ile bütünleştiriyor, boyanın kokusunu ve tadını duyumsayan izleyici nefes alma ritmini bile ressamın fırçasının temposuna uyduruyor.

Vincent Van Gogh, sorunlu bir çılgın olarak değil, kimi zaman bilinci gidip gelse de, karşımıza etrafın anlamadığı, acemice ve çirkin bulduğu resimlerinin çağının ötesinde olduğunun farkında olan bir karakter olarak çıkıyor. Filmin en güzel sahnelerinden birinde, Saint Rémy’deki akıl hastanesinde ruh sağlığı hakkında karar verecek olan rahiple tartıştığı uzun sekansın sonlarında Tanrı’nın onu “henüz doğmamış insanlar için bir ressam” olarak var ettiğini söylüyor.

Vincent’ın mantıklı düşünceyle, delilik arasında gidiş gelişlerini, kimi diyalogları iç ses olarak ressamın kafasının içinde tekrarlayan, gerçekten yaşananlarla halüsinasyonları iç içe harmanlayan Schnabel, Van Gogh’un dehasıyla deliliğini arasında bir bağlantı kurmadan, olağanüstü yeteneğiyle hastalığı arasında sebep-sonuç ilişkisi olmadığının altını çiziyor.

Julian Schnabel, öyküsünün anlatırken, oyuncu kadrosunun kusursuz performanslarından büyük destek alıyor. Niels Arestrup, Mathieu Amalric, Amira Casar, Vincent Perez ve Madame Ginoux olarak, usta bir ressamın elinden çıkmışçasına çok faklı bir görünüme dönüştürülmüş muhteşem Emmanuelle Seigner kısacık, ama etkileyici kompozisyonlarıyla filme farklı bir renk katıyorlar. Mads Mikkelsen, beklenmedik derecede inandırıcı bir rahip olarak çok başarılı. Sevgisiz ve arkadaşsız yaşayan, hüzünden mutluluk duyan Vincent’ın yaşamına biraz sevgi getiren iki kişide, ona yaşadığı sürece maddi ve manevi destek olan kardeşi Théo olarak Rupert Friend ve sanat konusunda uzun uzun tartıştığı yakın arkadaşı Paul Gauguin olarak Oscar Isaac çok iyiler.

Tüm sayısız erdemine karşın, her karesinde var olduğu filmde Van Gogh’a can veren Willem Dafoe olmasa, “Sonsuzluğun Kapısı” bu derece etkileyici olmayabilirdi. Kirk Douglas, Martin Scorsese, Tchéky Karyo, Tim Roth, Jacques Dutronc, Benedict Cumberbatch’ın ardından karakteri bir kez daha devralan Dafoe, Van Gogh’un öldüğü yıldakinden çeyrek yüzyıl daha yaşlı olmasına karşın, kendinden öncekileri fersah fersah aşan benzersiz bir yorum getiriyor.

Van Gogh’un tüm acılarına ve heyecanlarına olağanüstü bir inandırıcılıkla yanaşan Dafoe, yazar yönetmeninin aktarmaya çalıştığı felsefi boyuta da müthiş bir derinlikle ulaşmayı başarıyor. Mevsimin hemen başlarında bunu söylemek biraz fazla iddialı da olsa, kanımca önümüzdeki senenin En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’na aday olacağı kesin. Heykelciği evine de götürmesi de büyük olasılık.

Yeni yılın en iyi filmlerinden biri. İzlenmesi şart. Mutlaka ses ve görüntü düzeni çok iyi olan büyük ekranlı bir salonda seyredin derim.

 

OrtaKoltuk Puanı:

 

 

1 YORUM

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz