Yaşar Kemal Efsanesi
Bazen ölüm, tam bir ölüm olmaz. Genellikle insanın bedenen göçmesi, aynı zamanda kişiye dair tüm imgeleri de belli bir süre sonra yok ediyor. Kimi zaman da ne yaparsanız yapın, o kişi sanki hiç ölmemiştir. Telefonunuzda kayıtlıdır; rehberinizi kurcaladığınızda numarasının halen durduğunu görür, aslında ölmüş olan o kişiyi yine de aramaya yelteniriz. İdrak sınırına geldiğimizde de muazzam bir acı hissederiz. Yönetmen Aydın Orak da böyle bir süreci yaşamış. Belgeselin başlangıç hikayesini anlattığı bir röportajında, 2006 yılından beridir tanıdığı Yaşar Kemal ile 2015 tarihinde ölümünden bir kaç ay sonra o kadar çok anı biriktirdiğini fark etmiş ki, telefon numarasını silmeye kıyamadığı Yaşar Kemal üzerine bir belgesel film yapma fikrinin kendisinde uyandığını belirtiyor. Bu konuda Yaşar Kemal öznesi aslında çok velut bir alan. Zira, doksan iki yıllık hayatını o kadar dolu yaşamış, hayatımızın her bir nüvesine o kadar sinmiş ki, elde ona dair materyalleri bulmak zor olmamış.
“Yaşar Kemal Efsanesi” belgesel filmi Aydın Orak‘ın kısa filmleri bir yana bırakılırsa, 2014 tarihli “Asasız Musa” filminden sonraki önemli ikinci çalışması. Sinemalarda görme imkanını elde ettiğimiz “Asasız Musa“, faili meçhule kurban giden yazar Musa Anter üzerinden metaforla bezeli bir çalışmaydı, ne var ki, bir çok kesim tarafından oldukça başarısız bulunmuştu. İzlenmesi oldukça sabır isteyen, örneğin duvara dakikalarca yumurta atılıp, yumurta başına kelime tekrarları gibi bölümler gibi, ancak sinematografik açıdan yönetmenin meramını vermekte maalesef oldukça başarısız olan filminden sonra Yaşar Kemal gibi yine yönetmenin ve toplumun çok sevdiği bir yazarı belgesel olarak izlemek merak uyandırmıştı. Yönetmenin bu konuda oldukça şanslı olduğu söylenebilir. Zira, Yaşar Kemal daha önce Nebil Özgentürk‘ün TV için hazırladığı belgeselden de anlaşılacağı üzere kendisini coşkuyla anlatan bir yazar.
Van’dan Osmaniye’ye bir Türkmen köyüne zorunlu geliş, kurban kesimi sırasında yanlışlıkla sağ gözünün kör edilişi, köy camisinde gözünün önünde üvey amcası tarafından babasının öldürülmesi, hep bir ölüm korkusunu içinde hissetmesi, bir süre kekeme olarak hayatını geçirmesi; sonra zorluklar, İstanbul’a beş parasız gidişler, Gülhane Parkı’nda banklarda günlerce yatmalar, kaçakçıların arasına girerek gazete röportajları yapmalar, polis takibinden kurtulmak için gazete yazılarında gerçek ismi olan Kemal Sadık Gökçeli‘yi değil de, Yaşar Kemal ismini kullanmalar.
O hoş sohbetlerinin en iyi ürünleri olan dostluklar, Arif ve Abidin Dino‘lar, Nazım Hikmet‘ler, Zülfü Livaneli‘ler, Elia Kazan‘lar, Mehmed Uzun‘lar, oğlu gibi sevdiği Ahmet Güneştekin‘ler. Ardından aşkları; 1952’de tanıştığı ve ölene kadar kopmadığı, her şeyi, oldukça kültürlü Tilda‘sı. Yine insan meğerse iki kez de sevebilirmiş dediği Ayşe Semiha Baban‘ı. Ne var ki bu coşkun yaşam bazı handikapları da yönetmenler için taşıyabiliyor. O da herşeyi anlatma telaşı ya da film bittiğinde bir noksanlık hissi. Bunu zaten Aydın Orak da kabul ediyor. Filmin tam olarak bitmediğini, on bölüm halinde yayınlanacak kadar dökümanın kendisinde olduğunu söylüyor.
“Yaşar Kemal Efsanesi“, halen bir kaç sınırlı sayıda sinemada görme imkânımızın olduğu, ancak daha çok kültür merkezlerinde gösterimi devam eden bir belgesel. 2017 Türkiye/Avusturya ortak yapımı olan bu belgesel film, 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapmıştı. Belgesel film eleştirisine gelmeden önce belirtmem gerekir ki, belgesel’in ismi konusunda doğru bir tercih yapıldığından emin değilim. Zira, Yaşar Kemal, efsanelerden, dengbejlerden ve geleneğinden, sözlü halk deyişlerinden sıklıkla yararlanan, en çok kelime ile yazan, üreten bir yazardı; bu doğru. Ancak eserleri Homeros ayarında ne kadar destansıysa bir o kadar da politik tüm kulvarlarda, Anadolu’da, eti ve kemiği ile bulunan, yaşayan bir kişilikti. Kendisini radyodan TİP seçim bildirisini okurken de görebilirdiniz, Kahramanmaraş’ta orman yangınlarında evleri hasar gören kişilerle konuşurken de. Dolayısıyla, efsaneden ziyade Yaşar Kemal‘i daha iyi anlatan, batı sinemasında sıklıkla görülen kimi isim tercihleri yapılabilirdi. Örneğin 2014 tarihli Edward Snowden”i anlatan “Citizenfour” ya da yine aynı yıl çekilen ünlü müzisyen Nick Cave‘yi anlatan “20.000 Days On Earth” belgeseli gibi.
Benzer durum Hüseyin Tabak‘ın geçen aylarda gösterime giren ve Yılmaz Güney‘i anlatan “Çirkin Kral Efsanesi” belgeseli için de geçerli. Toplumsal gerçekçiliğin iki önemli simasının efsane ile tanımlanması paradoksu sanırım bizim ülke sinemamızın bir yazgısı. “Yaşar Kemal Efsanesi” belirli bir kronoloji ile hareket etmemekte. Bu doğru bir tercih olarak görülüyor. Zaten Yaşar Kemal’in zorlu ve ilginç yaşantısı sıralı tarih dizgesinin çok üstünde. Belgeselin seslendirmesinin Yaşar Kemal’i çok iyi tanıyan oyuncu Halil Ergün tarafından yapılması da kanımca isabetli olmuş. Sesinin rengi, özellikle ilk kısımlardaki Yaşar Kemal’in kahırlı çocukluk dönemleri ile birlikte daha bir uyuma bürünüyor.
Dostları olan Ara Güler, Arif Keskiner, Zülfü Livaneli gibi kişilerin tanıklıkları da belirli bir ölçüde gitmekte ve hiç sıkıcı olmamakta. Belgesel filmde, hepimizin bildiği Yaşar Kemal‘i anlatmakla beraber, çoğumuzun bilmediği bazı yönlerinin de anlatıldığını, bunun da izleyiciyi zenginleştirdiğini görüyoruz. Yılmaz Güney‘i sinemaya kazandırmadaki rolü, sağ gözünün kör oluş hikayesinin ayrıntılı anlatımı gibi. Belgeselde ayrıca arşiv görüntülerinin de yerli yerince kullanıldığına şahit olunmakta. Filme dair eleştirilerime gelirsek, bence belgeselin en büyük zaafı oldukça didaktik bir anlatımı tercih etmiş olması. Yaşar Kemal‘in “Kimsecikler” eserinde değindiği küçüklük dönemi, eserlerindeki destansı/masalsı anlatım, çevre bilinci yönü bir arada daha üst bir anlatım dilinin tercih edilebilir olduğunu gösteriyor. Çünkü zengin kişiliği ile Yaşar Kemal buna imkan veriyor. Bu konuda dünya belgeselciliğinde kurgusal başarısı ile göz dolduran Michael Moore örneği de bulunmakta.
Yaşar Kemal sinemamız için de oldukça önemli bir kaynaktı. Nasıl olmasın ki? 1959 tarihli Atıf Yılmaz‘ın yönettiği “Karacoğlan’ın Kara Sevdası“, 1969 yapımı Süreyya Duru‘nun çektiği “Ala Geyik“, 1975 tarihli Memduh Ün‘ün “Ağrı Dağı Efsanesi“, 1981 tarihli “Yılanı Öldürseler” ve yine sinematografik açıdan farklı bir yerde olan Zülfü Livaneli‘nin 1987 yılında yönettiği, Rutkay Aziz‘in enfes oyunculuğu ile göz doldurduğu “Yer Demir Gök Bakır” filmi ilk akla gelenler. Ayrıca Peter Ustinov‘un pek de beğenilmeyen 1984 yapım tarihli “Memed My Hawk (İnce Memed)” filmi de bulunmakta. Ancak Orak‘ın belgesel filminde bu yönün atlanıldığı, o muhteşem “Demirciler Çarşısı Cinayeti“, “Ortadirek“, “Ölmez Otu“, “Sarı Sıcak“, “Teneke” gibi edebi kişiliğinin yaşamıyla örülü anlatımı, yapıtlarının bir dereden coşkun bir denize dönüşümü hikayelerinin belgesele tam olarak aktarılmadığını görüyoruz. Halbuki öyle ilginç kişisel ayrıntılar var ki, bir dönem hamallık da dahil bir çok işte çalışan Yaşar Kemal‘in arzuhâlcilik yaptığı sırada derdini anlatan kişinin, derdini arzuhâle döken Yaşar Kemal‘e dönerek “ben meğerse neymişim” dedirtecek denli anlatım ve üslup gücü.
Yine, 1970 yılların iki ünlü yazarı olan Yaşar Kemal–Kemal Tahir arasındaki “Asya Tipi Üretim Tarzı” eksenli ve dönemin aydınlarınca çokça değinilen, İnce Memed romanı temelli eşkiya ve devlet kavramları üzerinden yürütülen tartışmalar gibi o yılların ruhunu ele veren kuramsal yönüne de kısaca değinilebilirdi. Filmin zaaflarından birisi de, Aydın Orak‘ın Musa Anter‘e ilişkin anlatımlarını kendi stand-up benzeri gösterisi görüntüleri ile ekrana getirmesi oldu. Bence buna hiç gerek yoktu. Çünkü Musa Anter‘in Yaşar Kemal‘e ilişkin çok sayıda zengin anlatımı zaten bulunmaktaydı. Buna dair ilginç bir anekdot, politik yönelim benzerliği, Türkçe’yi kullanım güçleri gibi veriler daha sağlıklı bir sonuç verebilirdi.
Filmin benim için ilginç bir sürprizi de oldu. 2010 yılında Yaşar Kemal‘in “Bugünlere Bahar İndi” isimli Yapı Kredi Yayınlarından şiir kitabı yayımlanmıştı. İstiklal Caddesi’nde gezmekte iken, Yapı Kredi Yayınlarının kültür salonunun bulunduğu alanda Yaşar Kemal‘in yeni çıkan şiir kitabının tanıtılacağı şeklindeki yazıya tesadüf etmiştim. Arkadaşım ile birlikte katıldığımız etkinlikte oyuncu ve seslendirme sanatçılarından Metin Bilgin‘in özellikle o güzel sesi ile hümanist “Merhaba” şiirini okuyuşu, Yaşar Kemal‘in de Nazım Hikmet ile olan dostluğuna dair anlatımları beni çok etkilemişti. İşte o an, içinde bulunduğum bu dinleti, belgesel filmde de yer alıyordu. İzmir’deki sinema salonundan, İstiklal’deki o ana taşınmak ben de hoş bir tat bıraktı. Sonuç olarak Yaşar Kemal tüketilmesi mümkün olmayan kişiliği ve yapıtları ile tıpkı Homeros, tıpkı bir başka Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olmayan Tolstoy gibi zengin evrensel dünya edebiyat geleneğinin en nadide panteonunda yerini çoktan almıştır.
İnsanımızın “eğer edebiyatı keşfetmeseydim destanlar söyleyen bir halk ozanı olurdum” diyen Yaşar Kemal‘i tanıtan bu yapıtlara ihtiyacı bulunduğu kuşkusuz. Bu nedenle Aydın Orak‘ın belgesel filminin ileride yapılacak bir sinema filmine de ön ayak olması muhtemel. Orak‘ın belgesel filmi, sınırlı gösterim imkânlarına inat ve kimi eksik yönlerine karşın izlenilmeyi ziyadesiyle hak ediyor.