Sinema tarihinin en iyi filmleri kişisel listemin ‘TOP ON’u
SİNEMANIN EN İYİLERİ-1
Sinema tarihinin en iyi filmleri kişisel listemin ilk on filminde İtalyan Yeni Gerçekçilik ve Fransız Yeni Dalga akımlarının ikişer temsilcisi var; Savaşın arkasında bıraktığı yıkımı gözlere seren Vittorio de Sica’nın iki filmi, ’Bisiklet Hırsızları’ ile ‘Milano’da Mucize’, sinemaya yenilik getiren Yeni Dalga akımının öncülerinden ‘Hiroşima Sevgilim’ ile ‘400 Darbe’ sinema tarihine damgasını vuran kült yapıtlar… ‘Ucuz Roman’, ‘Paris, Teksas’ ve ‘Fargo’ son çeyrek asırda yapılan en önemli filmler. Bu yazımızda sinefillerle bu filmler arasında bir geziye çıkacağız.
1-Bisiklet Hırsızları (1948)
2. Dünya Savaşının arkasında bıraktığı yıkımı gözler önüne seren filmleriyle İtalyan sinemacılar, Yeni Gerçekçilik ( Neorealizm) akımını başlattılar. Savaşın basit insanlar üzerindeki tahribatını gözler önüne seren bu akımın öncü ve gözde filmi ‘Ladri Di Biciclette’ benim için sinema tarihinin en büyük filmidir. Luigi Bertolini’nin romanından Cesare Zavattini’nin yazdığı senaryoyu Vittorio de Sica, izleyiciyi insanlığından utandıracak duygu yüklü bir atmosferle sinemaya uyarladı.
Bir kurbanın trajik bir kahramana dönüştüğünü gösteren evrensel konusuyla film, savaş sonrası günlerinde işsiz kalmanın çaresizliğini insanın içini acıtan bir tonla gözler önüne serer.
Roma’da karısı ve 6-7 yaşlarındaki oğluyla yaşayan bir adama, bir bisikleti olması koşuluyla afiş asma işi verilir. Yanında oğlu olduğu halde işine dört elle sarılan adamın afiş asarken bisikleti çalınır. Adamın Roma sokaklarında günlerce hırsızı aramasına odaklanan film, gündelik bir hikâyenin içinde bulunabilen muazzam bir dramı anlatır.
Fakir bir adamı ailesiyle birlikte hayatta tutunmanın sembolü olan bisikleti beyhude arayışlarını, Vittorio de Sica adaletsiz bir dünyada geçim mücadelesi veren insanların çaresizliğini gerçekçi bir sinema diliyle aktarır. Amatör oyuncularla, çok kısıtlı bir bütçeyle yapılan film, sinema tarihinin en güçlü savaş karşıtı başyapıtlarından biridir.
2- Hiroşima Sevgilim (1959)
Fransız Yeni Dalga ( Nouvelle Vague) akımının önde gelen bu Alain Resnais filmi savaşın tahribatını, insanlar üzerindeki yıkıcı ve kalıcı etkisini gösteren bir başyapıttır. Marguerite Duras’ın kendi romanından yazdığı senaryo unutmak, unutamamak, özlemek, savaş ve acı temalarını ustalıkla işler. İlk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen Alain Resnais ‘Hiroshima Mon Amour’ ile geçmişinde savaşın işgal günlerinde ilk aşkını bir Alman askeriyle yaşayan bir Fransız kızıyla, atom bombası altında kalan Japon gencinin ilişkisini yüreklere hitap eden ustalıklı bir üslupla anlatır.
Bir Japon mimarla (Eiji Okada), teması barış olan bir film için Japonya’ya gelen bir Fransız aktrisin (Emmanuelle Riva) tutkulu aşkını anlatan film, geçmişte yaşanan acıların bu iki aşığın dünyalarını nasıl altüst ettiğini hatırlatıyor. Filmin ‘leitmotivi’ olarak tekrarlanan iki cümlesinde, kadın “ben Hiroşima’da her şeyi gördüm” der. Adam “hiçbir şey görmedin” cevabını verir. Düşman askeriyle yasak bir aşk yaşadığı için işkenceye uğrayan kadın Hiroşima kurtulanları kadar acı yaşamıştır.
Marguerite Duras ile ilgili bir anımı anlatayım; 60’lı yılların sonlarında bir Cannes Festivali sırasında dolan salonda, ayakta kaldığını gördüğüm Duras’a yerimi teklif ettiğimde, ”bunu yapmak için menfaatin nedir?” tepkisi ile karşılaşmıştım. Kendisi yerime oturdu, ben filmi yere oturarak izledim, ancak davranışına anlam veremedim.
3- 400 Darbe (1959)
1940’ların İtalyan Yeni Gerçekçiliğinin bir Fransız tarafından yeniden keşfedilmesini ifade eden ‘400 Coups’, François Truffaut’nun ilk uzun metrajlı filmi. Mutsuz ev yaşamının suç işlemeye yönettiği 13 yaşındaki Antoine (Jean-Pierre Leaud) hakkındaki filmin senaryosuna Truffaut otobiyografik öğeleri dâhil etmişti. Film Fransız Yeni Dalgasının başlangıcının müjdecisiydi.
Antoine, Truffaut’nun 11 yaşında yaptığı gibi evden kaçar. Filmin esrarengiz adı Fransızcada ‘ortalığı birbirine katmak’ anlamına gelir ve film boyunca Antoine’ın tam olarak yaptığı budur. Gerçekleri sürekli çarpıtan, yalan söyleyen, tüyü bitmemiş bir baş belası olan Antoine, annesinin üvey babasını aldattığını görünce, onun işyerinden bir daktilo çalar. Hapiste bir gece geçirdikten sonra ıslahevine gönderilir. Oradan kaçıp hiç görmediği denize yönelir. Ayak parmakları okyanusa değince arkasına doğru dönüp kameraya bakar. Sinema tarihine geçen bu final sahnesi izleyicinin suratında tokat etkisi yaratır. Film Truffaut’ya Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandırır.
4- Ucuz Roman (1994
Quentin Tarantino’nun popüler kültürle bezeli, özgün, yaratıcı, cüretkâr, yenilikçi kara komedisi ‘Pulp Fiction’ bana göre sinemada son 30 yıl yapılmış filmlerin en iyisi. Konusunu yeraltı dünyasından alan filmin kahramanları, birbirlerine âşık iki genç soyguncu, iki kaşarlanmış tetikçi gangster, emirlerinde çalıştıkları azılı gangster şefi ve güzel karısı ile cesur bir boksör. Kader bu aykırı tipleri muhteşem bir şekilde bir araya getirecek ve yollarını kesiştirecektir.
Müstakil öykücükler olarak izlediğimiz bu ilginç ve renkli karakterler resmî geçidinin özelliği, bu öykülerin aslında birbirlerine göbekten bağlı olmalarıdır. Tarantino’nun dehası, kurgu dalında bir ihtilal yaptığı ‘Ucuz Roman’da kronolojik sıraya uymayıp, ‘puzzle’ın parçalarını birleştirmeyi izleyiciye bırakmasıdır. Cannes’da Altın Palmiye Ödülü kazanan bu kült film, Tarantino’yu (Roger Avery ile birlikte) En İyi Özgün Senaryo Ödülü sahibi yapmıştı.
5- Paris, Teksas (1984)
Tüm zamanların en dokunaklı filmlerinden biri olan ‘Paris, Texas’ sinema tarihinin aile içi iletişimsizliğinin başyapıtıdır. Wim Wenders bu filmle katıldığı Cannes Film Festivali’nin tüm büyük ödüllerini, Altın Palmiye, FİPRESCİ ve Ekümenik Jüri ödüllerini kazanmıştı. Kült filme dönüşen ‘Paris, Texas’ hâlâ etkileyiciliğini koruyan bir film. Senaryoyu yazan oyun yazarı Sam Shepard, filmin başında dilsiz olan bir adama adım adım sesini ve kimliğini kazandırır. Film belleğini yitirmiş, ailesinden kopmuş, toplumdan uzaklaşmış Travis’in (Harry Dean Stanton) hayata ve ailesine yeniden bağlanma çabalarını anlatır.
Kardeşi Walt (Dean Stockwell) kendisini tekrar modern dünyaya davet etmiştir. Travis’in ilk hedefi hâlâ çok sevdiği eski karısı Jane’i (Nastassa Kinski) bulmaktır. Bulur da. Bu hüzünlü film yarım bir mutlu sonla, Travis’in oğlunu annesiyle buluşturmasıyla noktalanır. Wim Wenders’in başyapıtı yol filminin kalıplarını bambaşka bir boyuta taşır.
6- Taksi Şoförü (1976)
‘Taxi Driver’ bana göre yaşayan yönetmenlerin en büyüğü olan Martin Scorsese’nin kariyerinin en iyi filmidir. Sinema tarihinin kilometre taşı önemindeki film, sinema dünyasına damgasını vuracak üç sanatçıyı gün ışığına çıkardı; Scorsese, sinemanın en büyük karakter oyuncusu olarak Robert de Niro ve sonraları ünlü bir yönetmen olacak filmin senaryo yazarı Paul Schrader.
Vietnam savaşının travmasını üstünden atamamış, akli dengesini yitirmek üzere olan, kimsesiz, asosyal, psikopat, New Yorklu taksi şoförü Travis Bicle sinema tarihinin en renkli karakterleri arasında yerini aldı. Travis’in, Harvey Keitel’in canlandırdığı genelev gözcüsünü öldürüp günah yuvasını basarak, çocuk yaştaki fahişe İris’i (Jodie Foster) kurtarmaya giderken ,odasındaki aynanın karşısına geçip; ”You talking to me?/ Benimle mi konuşuyorsun?” monologu artık sinema tarihinin arşivlerinde yer alıyor. Film, sistemin hasta ruhlu, şizofren taksi şoförü Travis’in nasıl bir kahramana dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Scorsese’nin bizleri, bu anti-kahramanı üzerinden Manhattan sokaklarında cehennemi bir yolculuğa götürdüğü filminde akıcı, enerjik bir sinema diliyle izleyiciyi büyülüyor.
7- Fargo (1996)
Bağımsız sinemanın önde gelen temsilcileri, Amerikan sinemasının yüz akı temsilcileri Coen Kardeşlerin en önemli filmleri ‘Fargo’ kendilerine En İyi Orijinal Oscar Ödülü’nü getirirken, Joel Coen’in eşi ve fetiş oyuncusu Francis McDormand’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında bir Oscar kazandırmıştı.
Coen’lerin doğum yeri Minnesota’nın kış aylarının dondurucu ikliminde geçen film, zengin kayınpederinin yanında araba satıcısı olarak çalışan, paragöz, beceriksiz Jerry’nin (William H.Macey), mali sorunlarını çözmek için iki karanlık adama karısını fidye koparmak için kaçırma işini vermesiyle başlar.
Bu fidye olayında işler planlandığı gibi gelişmez, kan gövdeyi götürür. İşlenen cinayetlerin sırrını çözen, suçluları yakalayan, karnı burnundaki dedektif polis rolündeki Frances McDormand’ın harikalar yarattığı bu suç ve gerilim filmi, Coen’lerin en ürpertici yapıtı sayılır. Birbirlerine kazık atmakla yarışan, gizli ajandalarına göre hareket eden iki şantajcıyı oynayan Steve Buscemi ile Peter Stormare’ın performansları birinci sınıftı.
8- Schindler’in Listesi (1993)
Holokost konulu filmler arasında sinema tarihinin en çarpıcı örneklerinden biri olan, Oscar rekortmenlerinden ‘Schindler’s List’, En İyi Film Ödülü dışında, yaratıcısı Steven Spielberg’e En İyi Yönetmen Ödülü’nü getirdi. Bu yedi Oscar’ın dışında film, En İyi Film dalında Altın Küre, Bafta ödüllerini kazanıp Spielberg’i bu iki ödülün En İyi Yönetmeni yaptı.
Senaryosu Steven Zeillian tarafından yazılan bu gerçek kahramanlık öyküsü, Oscar Schindler adlı bir Alman işadamının 2. Dünya Savaşı zamanında Polonya’da kurduğu fabrikada Yahudi işçiler çalıştırarak 1100 Yahudi’nin hayatını kurtarmasını anlatıyor. Spielberg ve bu filmde En İyi Görüntü Yönetmeni Oscar’ını kazanan Janusz Kaminski, zamanı gerçek görüntülerine benzetmek için filmi siyah-beyaz çekmişlerdi. Yine filmin Oscar’lı bestecisi John Williams’ın müthiş müzik partisyonu ve İtzhak Perlman’ın keman soloları filmi unutulmazlar arasına taşıyor.
9- Milano’da Mucize (1951)
2. Dünya Savaşı sonrasının harap ve yoksul İtalya’sının yürek yakan bir panoramasını gözler önüne seren ‘Miracolo A Milano’, geçekçiliğe yeni bir boyut eklemiş, ‘yeni gerçekçi fabl’ da denebilecek gerçeküstü bir film olmuştu. Bu fantastik güldürü, Milano’nun yoksul kenar mahallelerinin birinde kendi yaptıkları derme çatma kulübelerinde hayata tutunmaya çalışan iyi yürekli insanları, işgal ettikleri araziden atmaya çalışan toprak sahiplerinin çatışmasını masalsı bir üslupla anlatır.
Filmin senaryosunu De Sica’nın iki düzineye yakın filminde birlikte çalıştığı Cesare Zavattini’nin, Suso Cecchi D’Amico’nun ve bizzat yönetmenin aralarında bulunduğu beş kişilik bir kadro yazdı. Hem dram, hem fantastik, hem de absürt öğeler içermesiyle farklı bir yerde duran ve eğlenceli, masalsı ve umut aşılayan bir sinema diliyle anlatılan film, Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödülü kazanmıştı.
10- Sahne Işıkları (1952)
Geçen zaman içinde unutulmuş, gözden düşmüş komedyen Calvero’yu canlandıran, filmin senaryosunu yazıp yöneten Charles Chaplin ‘Limelight’ ile kariyerinin en duygu yüklü ve dokunaklı filmini yapmıştı. Filmin, Chaplin’in de aralarında bulunduğu üç bestekârı o yıl En İyi Müzik Oscar’ının sahibi olmuştu.
Film hafızalara, sessiz sinemanın dahi figürü Buster Keaton’un Chaplin ile karşılıklı düet yaptıkları sahne ile kazınmıştı. Filmde Calvero ile depresyonun eşiğindeki balerin Threza (Claire Bloom) hayatlarına umut ve anlam katmak için birbirlerine sarılırlar.
Charles Chaplin’in klasikleri arasına girmiş filmi, ününü yitirmiş bir müzikal komedyeninin, hayata dair umudunu yitirmiş bir balerine yeniden ümit ve güven aşılamasını beyaz perdeye taşıyor.