Filmekimi’nden Kaliteli 3 Film
SİNEMA ŞÖLENİ GERİDE KALDI
Filmekimi’nden kaliteleriyle öne çıkan 3 film
Bu yazımda Christian Petzold’un yüreklere hitap eden aile dramı “Aynalar No.3”, Anthony Cordier’nin tiyatro tadındaki “Orta Sınıf”, edebiyatla sinemanın parlak buluşması Lynn Ramsey’in “Geber Aşkım” filmlerinden bahsedeceğim.

AYNALAR No. 3
Christian Petzold tıpkı bir önceki filmi “Kızıl Gökyüzü / Ruter Himmel”de olduğu gibi konusu görünüşte huzurlu bir taşra evinde geçen “Aynalar No.3 Okyanusta Bir Tekne / Mirrors No.3”te bir aile dramını ele alıyor. Dünya prömiyerini Mayıs’ta Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde yapan film, Berlin’de müzik öğrencisi olan Laura’nın (Paula Beer) geçirdiği bir trafik kazasıyla başlıyor. Fiziksel olarak yara almadan kurtulan Laura’nın erkek arkadaşı ölüyor. Kazaya tanık olan orta yaşlı Betty (Barbara Auer), psikolojik olarak derinden sarsılan genç kadının bakımını üstleniyor. Kendini toparlayana kadar Laura’yı evinde misafir eden Barbara’nın boşandığı eşi ve yetişkin oğlu devreye girince film bambaşka bir kuluvara giriyor. Spoiler vermeden anlatılması çok zor konulu bu film, müthiş etkileyici finaliyle izleyiciyi büyülüyor.
Filmekimi seansında salondan çıkan tüm izleyicilerin yüzünde okunan memnuniyet ifadesini paylaşan arkadaşlarıma : “İşte sinemanın büyüsü bu gibi filmlerde ortaya çıkıyor” dedim. Duygusal ve insancıl tonuyla herkesi tatmin eden bir filmin yarattığı mutluluk duygusu sanatseverlere “İyi ki sinema var” dedirtiyor. Laura’nın bir dargın bir barışık yaşayan Laura’nın eski kocası Richard ve oğlu Max arasındaki bir tür aile rutini aralarında bir bağın oluşmasına zemin hazırlar. Hayatlarındaki boşlukları doldurmak ve iyileşmek isteyen bu iki sıkıntılı ve yalnız kadın ile evden uzaklaşan eski eş ve oğulun katılımıyla, aile benzeri bir yapı kurulur. Ancak bir noktadan sonra ne geçmişleri ne de sırları artık görmezden gelmek mümkün olmayacaktır.

Yönetmen Petzold yazdığı senaryoda “yakınlaşma”, “başkalarının yerine geçme”, “bir yabancının aileye dahil olması” gibi temaları işlemedeki ustalığıyla, bu 4 kişi arasında geçen tiyatro tadındaki filme sağladığı dramatik yoğunlukla ustalığını kanıtlıyor. Filmin atmosferi sakin, kırsal bir taşra evi tercih edilmiş, şehir hayatından uzak, daha kapalı bir alan yaratıyor, ancak psikolpjik gerilim ve belirsizlik film boyunca hissediliyor. Karakterlerin iç dünyasına dair fazla detay bekleyen izleyiciler, Christian Petzold’un mizansenindeki ince işçiliğiyle, karakterlerin belirsizliğiyle izleyiciye duygusal geçişleri başarılı bir şekilde aktarıyor. Filmin yüreklere hitap eden final bölümü etkileyici bir insanlık dersi olarak izleyiciyi mest ediyor.
Film adını Maurice Ravel’in “Aynalar / Miroires” adlı solo piyano için bestelenmiş suitinden alıyor. Laura’nın imtihanda çaldığı bu suit ‘in beklenmedik 3 izleyicisi Betty’nin ailesi oluyor. Film “yeni bir aile ortamı”nın yüzeyinde kalmıyor : Laura bu ailenin geçmişinde ve Betty’nin yaşadığı kayıplarda önemli bir yer tutan gizemleri keşfetmeye başlıyor. Bu noktada kimlik, yas, kayıp gibi temalar öne çıkıyor. Ayrıca Laura’nın erkek arkadaşının ölümünden sonra yaşadığı psikolojik durum; Betty’nin geçmişte yaşadığı kayıpların gölgesi, ailenin boşalan rolleri nasıl doldurmaya çalıştığı gibi temalar devreye giriyor. . Ben bu yönüyle filmi Nanni Moretti’nin Altın Palmiye Ödüllü “Oğul Odası / La Stanza Del Figlio” (2001) başyapıtına yakın durduğunu düşünüyorum. Her ikisi de “bir kayıp sonrası yaşanan travma” konusunda gerçekçi tespitleriyle öne çıkıyorlar. Christian Petzold bir çok şeyi doğrudan söylemiyor, izleyici sessizliği, eksik bilgileri ve karakterlerin yüz ifadelerini yorumlamak durumunda kalıyor. Burada Paula Beer ve Barbara Auer gibi 2 usta Alman oyuncu, izleyiciye duygusal geçişleri aktarmada, yönetmenin mizansenine büyük katkı veriyorlar. Filmde büyük dramatik patlamalar, güçlü çarpıcı sahneler yerine, daha sessiz, ince işçilikli sahneler tercih edilmiş: Karakterlerin iç dünyalarına dair geçişler, izleyicinin empati kurmasını sağlayacak sahneler gibi. “Aynalar No.3”ü tüm okurlarıma vizyona girdiğinde, Christian Petzold’un “Barbara”, “Transit”, “Undine”, “Yüzündeki Sır / Phoenix” gibi filmleriyle kıyaslamaya kalkışmadan izlemelerini öneririm.

ORTA SINIF
Antony Cordier’nin “Orta Sınıf”ı , tek bir mekanda geçen tiyatro tadında bir toplumsal komedi. Filmde Güney Fransa’nın havuzlu bir villasında tatilini geçiren zengin bir aile ile evin kahyalığını yapan bir ailenin birbirlerine girmelerini izledik. Saygın avukat ile ünlü bir oyuncunun şımarık kızları sevgilisini tatil birlikte geçirmek için villaya davet etmiştir. Bu stajyer avukat sağduyuyu sağlayıp iki ailenin arasını bulmak üzere olaya müdahil olur. Ancak işler planlandığı gibi gitmez, gerginlik yükselir, herkes birbirinin arkasından iş çevirmeye çalışır. Hırsın, inadın, açgözlülüğün, zenginlik ve kibrin tavan yaptığı, ahlakın dibe vurduğu film, komediden trajediye doğru akan bir 21. yüzyıl orta sınıf taşlaması. Prömiyerini Cannes’da Yönetmenlerin 15 Günü’nde yapan film karanlık ve sert bir komedi olsa da son derece keyifli bir film.

İşçi sınıfından bir çift ile varlıklı bir çift arasında ilan edilmiş bir savaşla dalga geçen film, uzlaştırılamayacak kadar parçalanmış bir toplumun portresini gülünç bir kinle harmanlıyor. Çevrelerine tepeden bakan Parisli zenginlerin dünyasına dair bu toplumsal hiciv, konusuyla Bong Joon-ho’nun “Parazit” başyapıtını akla getiriyor. İtaatkar halkın zenginlere karşı isyanını dile getiren, ancak fakirlerin zenginlerden daha iyi niyetli olmadıklarını gösteren film, empatinin çok değişken hale geldiği bir gerilim ortamında herkesi çürümüş gösteriyor. Filmde bir tarafta artık insani gerçekliklerden bihaber ve nerdeyse doğal göründüğü için kibirli bir tavır sergileyen burjuvalar, diğer tarafta ise dünyanın adaletsizliğinden bıkmış işçi sınıftan sıradan insanlar var. 6 kişi arasında geçen filmin oyuncu kadrosu, başta Laurent Lafitte ve Elodie Bouchez olmak üzere mükemmel.

GEBER AŞKIM
8 yıllık bir suskunluk döneminden sonra Lynn Ramsey “Geber Aşkım / Die My Love” ile, Ariana Harwicz’in Fransız kırsalında doğum sonrası depresyona giren bir anne hakkındaki, aynı adlı roman adaptasyonuyla sinemaya geri döndü. Bu sert psikolojik dram yeni anne olduktan sonra akıl sağlığını korumak için çabalayan Grace’ı izliyor. Çağdaş Latin Amerika edebiyatının en çarpıcı ve en rahatsız edici romanlarından biri olarak öne çıkan “Geber Aşkım”, bir kadının zihninden anlatılır. Grace kocasıyla olan ilişkisi, ev hayatı ve kendi iç dünyası arasında sıkışmış durumdadır. Bu kadın kaygı bozukluğu ve potansiyel olarak psikoz gibi ciddi psikolojik sorunlar yaşamaktadır. Aklından geçen şiddetli düşünceler ve duygusal patlamalar, izleyiciyi rahatsız edici bir yakınlığa çeker.
Film boyunca Grace’ın neyin gerçek, neyin hayal olduğunu ayırt edemediği bir dünyaya tanıklık ederiz. Zihinsel çöküş yaşayan kadının içinde bastırılmış cinsellik, arzu ve şiddet birbirine karışır. Klostrofobik bir atmosfere sahip filmde gerçeklikle hayal arasındaki sınırlar bulanıktır. Bu roldeki Jennifer Lawrence’ın performansı şimdiden Oscar için konuşuluyor. Taşrada her yere ve herkese uzak yaşayan Grace’ın yavaş yavaş deliliğe kayması karşısında anlayışlı kocası Jackson (Robert Pattinson) bebeğin bakımını üstleniyor. Edebiyatta kadın öfkesini ve ruhsal çöküşünü yoğun ve çarpıcı şekilde ele alan romanlarıyla Arjantinli genç yazar Ariana Harwicz, Sylvia Plath ve Clarice Lipspector gibi isimlerle kıyaslanır. . “Kevin Hakkında Konuşmalıyız”, “Hiçbir Zaman Burada Değildin” gibi başyapıtlarıyla tanınan Lynn Ramsey’in sineması psikolojik derinlik, görsel yoğunluk ve karakter odaklı filmleriyle öne çıkar. Bu yüzden “Geber Aşkım” gibi bir romanı sinemaya uyarlaması onun tarzına oldukça uygun görünüyor.

Filmde yeni anne olan bir kadının cinnetin eşiğinde gezinen bu karanlık öyküsünde, aile, evlilik, aşk, kadınlık gibi kavramlar karşımıza en tekinsiz halleriyle çıkıyor. Sylvia Plath’ın edebi izini takip eden Harwicz, hem ele aldığı konularla yaklaşımını, hem de taviz vermeyen uslubuyla, kadın kahramanının ruhunda, zihninde ve arzularının korkutucu dehlizinde sorgulayıcı bir yolculuğa çıkarıyor bizi.
Edebiyatla sinemanın bu parlak buluşmasında roman, Lynn Ramsey’in senaryosu için altın bir tabakta sunulmuş sayılır. Sık sık “Virginia Woolf” göndermelerine rasladığımız, her cümlesine şiddet sinmiş bu ürkütücü kitap, deliliğin sınırlarında gezme, içine düştüğü derin depresyonda debelenme halini Woolf ile özdeşleştirilmesini görmek mümkün. Kitabın metninde anneliğin içine hapsolmuş bir kadın var; Grace hapisten çıkmaya çalışırken ruhsal ve fiziksel arzuları için çıkış bulmak için çırpınıyor. “Geber Aşkım” ailenin kutsallığını, sadakate dair mitleri rahatsız edici bir şekilde yerle bir ediyor. Bu kara komedide sıkışmışlık ve çıkışsızlık içinde özgürlüğünü arzuluyor, aile hayatını özlüyor ama yaşadığı evi de yakmak istiyor. Ailesinin giderek daha dengesiz davranışlarına şaşırtıcı bir hoşgörü göstermesine rağmen, yine de kendini daha boğulmuş ve bastırılmış hissediyor.
