Lo Imposible ve El orfanato filmlerinin yönetmeni Juan Antonio Bayona’nın yönetmen koltuğunda oturduğu film Canavarın Çağrısı (A Monster Calls), Patrick Ness’in kaleme aldığı romandan beyaz perdeye uyarlandı;
”Canavar, canavarların hep yaptığı gibi, gece yarısından hemen sonra çıktı ortaya.
Geldiğinde Conor uyanıktı.”
12 yaşındaki Conor’un (Lewis MacDougall) annesi (Felicity Jones) kanserin son aşamalarını yaşamakta ve ağır tedaviler görmektedir. Babası birkaç sene evvel annesini bırakarak yurtdışında yaşamaya başlamış ve orada yeni bir aile kurmuştur. Okulda görünmez çocuk olan Conor yalnızdır ve ona sataşan bir grup çocuk dışında varlığının farkında olan kimse de yoktur. Aile ve okul sorunlarının yanısıra başka sorunlarla da baş etmektedir küçük Conor.
Her gün kabuslar görmektedir. Hatta kabuslar demek yersiz kalacaktır burada. Her gün annesinin ellerinden kaydığını gördüğü bir kabusu vardır. Gariptir, bu kabustan her seferinde aynı saatte uyanır: 00:07 (12:07).
Film buraya kadar izleyeni meraka gark etmiştir zaten. Sonra bir gece, yine 12:07’de uyanır Conor. Birisi Conor’u çağırmaktadır. Karşıdaki arazide bulunan, yaşı yüzyıllarla ölçülecek kadar büyük Porsuk ağacı seslenmektedir. Ağaç, ayaklanmaya üzerindeki dalları atmaya başlar ve bir canavara dönüşür. Canavar, Conor’u almaya geldiğini söylese de bizim cevval Conor canavarın istediği tepkiyi vermez ve ondan korkmadığını söyler.
Canavar ertesi gece yine aynı saatte gelir. Conor’a üç hikaye anlatacağını ama bunun karşılığında Conor’dan kendi gerçekliğini kendi hikayesini anlatmasını isteyecektir. Bunun saçma olduğunu düşünen çocuğun hayatı, bu hikayelerle değişecektir.
Porsuk ağacının efektlerinin başarısı, her noktasının tek tek ince işlenişi ve gerçek zamanlı devam eden hikayede asla basit durmayışı beni oldukça etkiledi.
Bununla birlikte kitapta insanı sıkmayan hikayeler, film halindeyken biraz sıkıyor. Bunun sebebi, yönetmenin her hikaye sahnesini haddinden uzun tutmuş olması olsa gerek. Son dönem yönetmenlerin yaptığına Bayona’da uymuş görünüyor. Sonun şaşırtıcı ve büyüleyici olması gerektiğine inanmış yönetmenimiz konuyu öylesine don lastiği kıvamına getirmiş ki, şaşırtıcı olan son izleyici için derin bir nefes alma meselesi haline geliyor. Öyle ki, filmin ortalarında bir yerde, insan ‘eh tamam anladık, ne anlatmaya çalışıyorsun’ diyor ki yönetmenin bunu hedeflediğini hiç sanmıyorum.
Felicity Jones’un oyunculuğu o kadar keyifli ki, olduğu her sahneyi yüzümde bir gülümsemeyle izledim. Gülüşlerinin ve hüzünlerinin birbirine karıştığı noktaları onla beraber yaşadım. Filmden koptuğum yerlerde ‘anne’ figürüyle bütünleştim.