Yeşil Rehber / The Green Book
Film, gerçek bir hikâyeden esinlenilerek beyaz perdeye taşınmış. Genel hatlarıyla bakacak olursak, 1962’de, filmin içindeki bir sahnede yakaladığımız bir ipucuna göre, yolları kesişen iki adamın nasıl birbirlerini etkiledikleri, olaylar karşısında birbirlerine yeni ve onlar için alışılmadık bakış açıları kazandırdıklarını ve arkadaş oluşlarını anlatıyor film. En iyi film, en iyi yardımcı erkek oyuncu ve en iyi orijinal senaryo oscarı dahil birçok ödül kazanan ”Yeşil Rehber” aynı zamanda sayısız ödüle de layık görüldü geçtiğimiz günlerde. Tüm bu ‘resmi’ başarılar filmi sevmek ya da beğenmek zorunda olduğumuzu göstermiyor tabii ki. Ancak filmi ödüllerden sonra izlemek ister istemez bir etki yaratıyor izleyici üzerinde. Bu gibi kaliteli filmler ödüller verilmeden önceden izlenirse daha tarafsız yorumlar yapılabilir. Filmde değinilen ve dikkatlerin üzerine çekilmesi istenen birkaç önemli konu var. Bunlardan ikisi, Amerika’daki siyahilere karşı yapılar akıl almaz ölçüdeki ırk ayrımcılığı ve eşcinselliğin kabul edilemez bir durum oluşu. Tabii günümüzden elli küsur sene önceki Amerika’nın sosyo-kültürel durumu ve koşulları göz önünde bulundurulunca çok da şaşırmıyor insan. Ancak filmdeki küçük ayrıntılar, klasikleşmiş siyahi-beyaz ayrımcılığını farklı biri boyuta taşımış.
Filmde, oldukça başarılı bir piyanist olan ve birden çok alanda doktora eğitimi görmüş bir siyahi adamın, yaşadığı kuzey kesimden ırkçılık görüşünün adeta sokakları, evleri sardığı güney bölgeye doğru yapacağı turnesi için kendisine bir şoför ve uşak aramasıyla yolları kesişen İtalyan kökenli ve gazinolarda garsonluk yaparak parasını kazanan, ağzı bozuk ama kendi değerleri olan bir adam ile yıllar sürecek olan arkadaşlıklarının başlangıcı anlatılıyor.
Şoförümüz Tony’ninde (Viggo Mortensen) başlarda ırkçı bir yaklaşımı olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Kendi evine gelmiş olan siyahi tamircilere karşı olan tutumu ve limonata içtikleri bardakları çöpe attığı sahne de bunu kanıtlar nitelikte. Ancak Mr. Shirley (Mahershala Ali) ile başladıkları yolculuk onun için bir dönüm noktası olacaktır. Yaşanılan bu üzücü ayrımcılığa kendi gözleriyle şahit olması ve ‘empati kurarak’ durumun ciddiyetini fark etmesi, tüm yaşananların gereksiz ve yanlış olduğunu, şoföre birinci elden anlatıyor. Sahne aldığı yerlerde, sahneye çıkana kadar ve sahneden indikten sonraki zamanlarda piyanistimize karşı yapılan ayrımcılıklar, ona kendisini insan olarak hissetmesini zorlaştırıyor. Etrafındaki beyazlar Mr. Shirley’i bir ‘sahne objesi’ olarak görüyor ve bu durum o zamanlardaki acı durumu gözler önüne seriyor. İki karakterin birbirlerini değiştirme ya da en azından etkileme çabaları filme hem eğlence katıyor hem de neyin doğru neyin yanlış olduğunu bizlere de sorgulatıyor.
Tony’nin kaba olarak değerlendirilebileceği davranışları Mr. Shirley tarafından her fırsatta düzeltilmeye çalışılıyor. Diğer bir taraftan, Tony de Mr. Shirley’i belli kalıplardan çıkarmaya çalışıyor. Yemeğin sadece çatal ve bıçak ile değil de elle de yenebileceğini ve hatta kimi yerlerde bunun bir samimiyet göstergesi olduğunu kanıtlıyor ona. Bu karşılıklı bilgi alışverişi ikisine de çok şey katıyor ve bakış açıları genişliyor. Naçizane fikrim, bize düşen ise bu çok iyi oyunculukların olduğu ve küçük, tatlı ayrıntılarla süslenmiş bu filmi sadece izlemekle kalmayıp kendi yaşantımızda da buna benzer durumların olduğunu fark etmemiz, ettirmemiz. Fikirleri uyuşmayan iki insan neden arkadaş olamasın ki? Daha da önemlisi neden iletişim kuramasın? “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa” diyoruz ya işte tam da konu bu. Film de konuşarak her şeyin üstesinden gelebileceğimizi ve bizden farklı bakış açısına, dine, ırka, cinsiyet yönelimine sahip insanların bizim için kendimizi geliştirmek ve ufkumuzu genişletmek adına iyi bir fırsat olduğunu anlatıyor.
Ayrıca genel olarak yol filmlerinin sıkıcı olduğuna dair bir düşünce var çevremizde ancak bu film, o düşüncede olanların bile aklını çelebilecek kadar güçlü. Filmi sinematografik (basitçe görsel) açıdan inceleyecek olursak karakterlerin neredeyse her sahnede birbirleriyle uyumlu giyinmesi gözlerden kaçmıyor. Ayrıca açık ve yumuşak renkli giyindikleri sahneler genellikle gündüz ve ışığın çok iyi alındığı ortamlarda çekilmiş. Siyah veya benzeri koyu renk ve sert renkli giyindikleri sahneler ise daha çok akşam üstü ya da geceleri çekilmiş. Tüm bu uyumun, izleyicilere hoş bir görüntü sunup onların iyi hissetmelerini sağlamak amacıyla oluşturulduğu söylenebilir. “Film izliyoruz, kitap okumuyoruz ki. Tabii ki renkler uyumlu olacak, görüntü güzel olacak.” diyebilirsiniz ve haklısınız da ama emin olabilirsiniz ki bu detaylar önemsenmeden çekilen sayısız film var. Bunu da yönetmen Peter Farrelly ve görüntü yönetmeni Sean Porter’in ortak başarısı olarak görüyorum.
Görsel anlamda bize ziyafet veren bu filmde müzik ihtiyacı, Mr. Shirley’in ve ekibinin çaldığı şarkılar ile karşılanmak istemiş gibi. O nedenle film içi ekstra müzikler yok denecek kadar az. Bunun bir eksiklik olarak değerlendirebiliriz. Ama arabadaki sahnelerde radyoda çalan şarkılar aracılığıyla Little Richard ve Aretha Franklin gibi efsaneleşmiş birkaç isme, tabiri caizse, selam çakıyorlar. Yani diyeceğim şu ki bana göre filmdeki eksik ve yetersiz yönler, çok iyi işlenmiş diğer yönler tarafından hissettirilmiyor seyirciye. Ki bence filmi film yapan da budur. Kendi kendini tamamlayabilmesi çok değerli bir şey.
Filmde eşcinsellik, sadece iki sahnede işlenmiş. Bunların ilki Mr. Shirley’i ve bir adamı banyoda yakalayan memurların olduğu sahne, diğeri ise, bana kalırsa filmin en iyi sahnesi, Mr. Shirley’in Tony’e “Yeterince siyah değilsem, yeterince beyaz değilsem ve yeterince erkek değilsem o zaman neyim?” dediği sahne. İnsanın aklına cevabını veremeyeceği sorular getiriyor bu sahne. Gerçekten çok ama çok etkileyici bir sahneydi. Bu sahnenin yağmur altında çekilmiş olması da söylediklerinin etkisini daha da güçlendirmiş sanki. Ben de durumun az işlenişini hem bu kaliteli sahneye hem de filmdeki asıl konunun ırkçılık olmasına ve bunun gölgelenmesinin istenmediği için böyle bir yol izlendiğine bağladım.
Filmin adına gelecek olursak her filmde olduğu gibi bu filmde de, bana kalırsa, bir çeviri yetersizliği var. Aslında Türkçe olmayan filmlerin adını Türkçeye çevirmemek en güzeli. Çünkü her ne kadar kaliteli bir çeviri de olsa filmin gerçek adı niteliğinde bir temsil etkisi yaratılamıyor. Film ‘Green Book’ ismini, o zamanda yaşayan siyahiler için oluşturulmuş bir seyahat rehberinin adından almış. O yıllarda, siyahilere ikinci sınıf insan muamelesi yapıldığı için herkes gibi istedikleri yerde konaklayıp imkanlardan faydalanamıyorlar. Dolayısıyla onlar için böyle bir rehber oluşturulmuş. Mr. Shirley de kalacağı yerleri buradan belirliyor. İşin aslı, filmin adında bile ırkçılığa dair bir iz var. Bu adı çevirmek de bütün aurayı bozmuş. Her ayrıntısına kadar özenle hazırlanmış bu filmin adını ‘Yeşil Rehber’ olarak çevirmek filmin kalitesini düşürmüş bence. Ama tam bir çeviri felaketi olan ”Can Dostum (Good Will Hunting), Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) ve daha nice filmlere kıyasla daha ’kabul edilebilir’ bir çeviri olduğunu söyleyebilirim.
Son olarak, filmin kesinlikte altyazılı izlenmesini tavsiye ederim. Altyazı takip etmek insanlara zor geliyor ve filmi izleyemediklerini söylüyorlar. Yeterince film izleyip kitap okudukları zaman bunun bir problem olmadığını anlayacaklarına, tersine, daha önce dublajlı izlediklerine pişman olacaklarına eminim. Ayrıca, aylarca hatta belki yıllarca hazırlandıkları role tüm tecrübe ve hislerini katarak oynayan bu aktör ve aktrisleri onların orijinal dilinde dinleyip izlemek çok daha önemli ve emeğe saygıdır bence.
MİSAFİR YAZAR : MUZAFFER YILDIZ