Ulrike Ottinger’in olağanüstü belgeseli “Paris Calligrammes”
1942’de gazeteci bir anne ile ressam bir babanın kızı olarak Almanya’nın Konstanz kentinde doğan fotografçı, taşbaskıcı, ressam, senarist, film yönetmeni Ulrike Ottinger, 70’li yılların ilk yarısında başlayan yönetmenlik kariyeri boyunca Alman sinemasının en özgün ve en kışkırtıcı isimlerinden biri olarak kazandığı sayısız ödül kazanır. 1962’de henüz 20 yaşındayken, yeni resim yapmaya başladığı bir dönemde döküntü arabasına atlayarak büyük bir sanatçı olmak amacıyla Konstanz’dan Paris’e doğru yola çıkar. Yolda bozulan arabasını terk ederek otostopla ulaştığı Paris’te 1960’lı yıllar boyunca serbest sanatçı olarak çalışır, dönemin bütün ünlü sanatçılarıyla dostluklar kurar, Johnny Friedlaender’in atölyesinde eau-forte, bakır işleme ve değişik baskı tekniklerini öğrenir, ressam ve litograf olarak pek çok sergiye katılır, Henri Langlois’nın yönetimindeki Cinémathèque Française’de çok sayıda film seyreder.
1969’da Almanya’ya dönen Ottinger, bir yandan Konstanz Üniversitesi işbirliğiyle 1972’ye kadar başında duracağı “Visuell” sinema kulübün kurar, diğer yandan da çağdaş sanatçıların eserlerinin sergilendiği bir galeriyi yönetir. 1973 yılında hâlen yaşamakta olduğu Berlin’e taşınarak, yazıp yönettiği filmlerle 1975 yılından itibaren sinemaya geçer.
Ulrike Ottinger, 1980’lerin ortalarına kadar, sanat sineması eğilimlerini reddeden ya da bu eğilimlerle dalga geçen, görsel estetiğe farklı ve yeni yöntemlerle ulaşmayı amaçlayan, stilize ve fantastik bir anlatımın eseri olan gerçeküstücü kurmaca filmler yazar ve yönetir. Çizgisel öykü anlatımı yerine düş gücünün en abartılı zirvelere çıktığı parçalı sekanslardan oluşan, bu bu filmlerde çoğunlukla çılgın giysiler kuşanmış kadın karakterler öne çıkar. Ottinger, 1986’dan itibaren belgesel çalışmalara da yönelir ve yine benzersiz ayrıksı tarzında ikisi kurmaca uzun metraj, bir düzineyi aşkın da uzunlu kısalı belgesel çeker. Uzunlu derken, yazıp yönettiği belgeseller arasında süresi3; 4,5; 6; 8 hatta 12 saat sürenler olduğunu da belirtelim..
Ottinger yeni belgeseli “Paris Calligrammes”ı “eski günlerinden hatırladığı genç sanatçının bakış açısı ile ve zaman içerisinde dönüştüğü daha yaşlı sanatçının deneyimi” ile çektiğini, anlatıcılığını da kendi sesiyle üstlendiği filminin başlarında belirtiyor.
Paris’teki yolculuğunun ilk durağı Fransa’ya sığınmış Alman Yahudisi Fritz Picard’ın ünlü sahaf dükkânı «Librairie Calligrammes» olur. Adını Guillaume Apollinaire’in bir şiir kitabından alan bu mekân, bir kitapçı olmanın ötesinde hepsi de Picard’ın dostu olan, Max Ernst, Paul Célan, Marcel Marceau, Hans Richter, Raoul Hausmann, Walter Mehring gibi Fransız ve Alman sanatçıların, yaşlı Maksist, Dadaist ve Sürrealistlerin buluşma noktasıdır. Ottinger bir ara, Mehring’in Naziler tarafından katledilen, Ernst Toller, Kurt Tucholsky, Joseph Roth, Ernst Weiss, Walter Hasenclever ve Carl Einstein gibi entelektüellere adanmış duygu dolu bir şiirini okumasını anımsar. Kitapları hâlâ kitabevinde satılmakta olan yazarları anımsatan bu dokunaklı sözcükler, izleyiciye kitabevinin hazinesinin neredeyse tamamının, sürgün ya da ölüm yolculuğuna çıkmadan önce Paris’te bırakmak zorunda kalan Alman kökenli Yahudilere ait olduğunu da hatırlatır. Ottinger burada “Weimar Avangartı”nın mensubu oldukları için ülkeyi terk etmek zorunda kalan Anne Kolb. Hans Arp, Erich Jünger ve Franz Jung ve film yönetmeni Hans Richter ile de dostluklar kurar.
Saint-Germain-des-Prés’de ısıtması olmayan minik bir daireye taşınan Ottinger, bir kahve ısmarlayıp bütün gün çalışan sanatçıların rahatsız edilmediği iyi ısıtılmış kafeleri keşfeder, buralarda yazılarını yazan Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’la, bol bol sigara tüttürerek senaryo okuyan Simone Signoret ile tanışır.
Ottinger diasporadaki Yahudilerle karşılaşmalarını, Parisli etnograf ve filozofların düşünce dünyasını, giderek bir parçası olduğu bohem Paris yaşamını, sanatçı arkadaşlarla beraber yaşanan evleri, bodrum katlardaki caz kulüplerini görsel ve işitsel arşiv görüntülerinden oluşturduğu yoğun akışı kendi sanat eserleri ve filmleriyle birleştirerek aktarırken Saint-Germain-des-Prés ve Quartier Latin’in o yıllardaki ruhunu yeniden canlandırır. Les Halles’ı anımsadığı bölümlerse AVM’ye dönüştürülmüş olduğu için günümüzde artık tamamen yok olmuş bir şehir efsanesini yeniden var eder.
Ottinger bu yıllar boyunca kendi sanat anlayışında da önemli değişiklikler yaşar. Bir yandan Johnny Friedlaender’den öğrendiği baskı çalışmalarını geliştirirken, diğer yandan yeni keşfettiği Pop Art tarzında kendini geliştirir, iki boyutludan üç boyutlu çalışmalara geçer.
“Paris Calligrammes” Paris’e bir aşk mektubu gibi gelişse de Ottinger, madalyonun diğer yüzünü hiç göz ardı etmez.
Ulrike Ottinger, Konstanz’da Cezayir savaşına katılamamak için ordudan kaçan Fransız askerleriyle tanışmış olduğundan Fransa’nın son sömürgelerinden birinin bağımsızlık savaşının yabancısı değildir. Savaş sırasında Yahudilerin toplama kamplarına gönderilişini düzenlemiş olan Maurice Papon’un yönetimindeki polis güçlerinin, 17 Ekim 1961’de silahsız Cezayirli göstericilere saldırarak Paris sokaklarında 300’ü aşkın insanı katletmesini ve olayın hükümet baskısıyla hasıraltı edilmesini ve yaşananlardan muhalif basının bile söz edemeyişini filmine katar. Jean Genet’nin bu olaylardan etkilenerek yazdığı, ancak 1964’de sahnelenebilen oyunu “Paravanlar”ın tüm karşı gösterilere ve saldırılara karşın nasıl bir unutulmaz tiyatro olayına dönüşmesini anlatır.
İzleyicilere, günümüzde “Afrika ve Okyanusya Sanatları Müzesi” adını alan ancak 1932’de “Sömürgeler Müzesi” adıyla açılmış olan, Fransız sömürgeciliğinin kanlı tarihini yüzsüzce gözler önüne seren müzeyi ve “Sömürgeler Bahçesi”ni de gezdirir.
Bu arada Quartier Latin’e taşınmış olan Ottinger, haftada en az üç kez Henri Langlois’nın kurmuş olduğu ve yönettiği Fransız Sinemateki’nde film izler.
1968 Mayısında, üniversiteli gençlerin kadın haklarının ve doğa ilişkilerinin geliştirilmesini de amaçlayan, savaşa ve kapitalizme karşı protestoları bütün şehri kapsayan bir devrime dönüşür. Bu devrimi ve polisin vahşice saldırılarını çatı katı penceresinden izleyen Ottinger, giderek devrimin işgallere ve yakıp yıkmaya yönelerek yozlaşmasına da şahit olur.
“68 baharı”nın sona ermesi hem Fransız başkentinde hem de Ulrike Ottinger’in yaşamında yeni bir dönemi başlatır. Olayların yatışmasından kısa bir süre sonra Ottinger, yeni sanatsal atılımlar yapmak amacıyla ülkesine döner…
Ottinger’in, seyirciyle sohbet ederek anılarını anlatırcasına gelişen 2 saati aşkın belgeselinin nerdeyse soluk soluğa izlenebilir oluşunda, toplumsal ile kişisel arasında kurduğu kusursuz dengenin büyük etkisi var. O kadar ki, sonuçta film “belgesel nasıl yapılmalı” konusunda bir derse dönüşüyor.
Yönetmen / Senaryo : Ulrike Ottinger
Almanya-Fransa / Belgesel / 128 Dk.