Aznavour / Monsieur Aznavour
İstanbul 44.Uluslararası Film Festivali kişisel önerilerim10
Hâlen vizyonda olan “June ve John” için küçük bir ara verdiğim Festival izlenimlerime bir süre daha devam edeceğim. Bu yazımda 16 Mayısta vizyona girecek olan, Şahnur Vağenag Aznavuryan olarak 1924’te Paris’te doğan, Charles Aznavour adıyla 2018’deki ölümüne kadar aralıksız sürdürdüğü 70 yılı aşkın profesyonel kariyerinde 1000’den fazla şarkı yazmış olan, tarihin en büyük söz yazarlarından, 20. yüzyıl pop kültürünün simgesi efsanevi şarkıcının, 94 yaşında ölümünden kısa süre önce onaylamış olduğu “Monsieur Aznavour” filminden söz edeceğim.
Aznavour‘un kızı Katia’nın eşi Jean-Rachid Kallouche’un kurucusu olduğu Kallouche Cinéma ile Mandarin Films’in 2024 yapımı “Monsieur Aznavour” filmini, Fransız şair, besteci, şarkıcı, söz yazarı, rapçı, yönetmen, profesyonel olarak Grand Corps Malade olarak bilinen Fabien Marsaud ile filmlerini birlikte çektiği ortak yönetmeni Mehdi Idir yazıp yönetmişler.
“Monsieur Aznavour”, Fransa’nın en sevilen kültür insanlarından, güçlü karakterli, hem kırılgan hem yıkılmaz, kendini sanatına adamış, dünya çapında 180 milyondan fazla albüm satan, Ermeni asıllı efsanevi Fransız şarkıcı, söz yazarı ve oyuncu Charles Aznavour’un yoksul çocukluğundan şöhrete yükselişine, zaferlerinden başarısızlıklarına, Paris’ten New York’a, yolculuğunu anlatıyor.
İkilinin sanatçıya bir saygı duruşu olarak çektikleri, Aznavour’u bir miktar idealleştiren, karakterin bilinmeyen yönlerin açığa çıkaracak herhangi bir derinlikten uzak duran film, özgün adındaki “monsieur / mösyö” gibi, öz yaşamını sahneye feda eden kişisine aşırı ölçüde “saygılı”. Sahnelemenin en büyük kusuru, uluslararası bir star olmak tutkusunun simgesi Frank Sinatra kadar ücret almak olan başkişisinin nedenlerini araştıramayan, döneminin ve de dönemine olan etkisini inceleyemeyen senaryonun yüzeyselliği ve yapay zeka tarafından çekilmişçesine ruhsuz belgesel tadı / ya da tatsızlığı.
Bu tür biyografik filmlerin olmazsa olmazı, duygusal bir flash-back ile başlayan, arada bir iki dramatik tehcir görüntüsüyle güçlü Fransız Ermeni diasporasına selam çakan film, kronolojik olarak şarkıcının 20’li yaşlarından 50’li yaşlarına serüvenine odaklanıyor. 134 dakika sonra da türün bir başka olmazsa olmazıyla, gerçek Charles Aznavour’ un yaşlılık dönemi görüntüleriyle sona eriyor.
Kurmaca sinemanın içsel gerçekliği tutarlı olduğu sürece belgesel gerçekliğe kesinlikle bağlı olmayacağını düşünsem de, bu kez karşımızda, sağlığında başkişisi tarafından onaylanmış gerçek olayları anlatan bir film var. Bu açıdan belgesel açıdan da önemli bulduğum kimi eksiklerinden söz etmek gerektiği kanısındayım :
Birincisi başrolünde oynadığı François Truffaut’nun “Tirez sur le pianiste” filmiyle ilgili çok kısa bir sekans haricinde, kariyerinin bu önemli tarafının es geçilmiş olması. Halbuki Aznavour, olarak 1959 – 2023 arasında 60’ı aşkın sinema ve televizyon filminde oynamış çok ta yetenekli bir oyuncu.
İkincisiyse, aktif olarak sürdürdüğü siyasal ve toplumsal çalışmaları: II. Dünya Savaşı sırasında Charles ve ablası Ayda, direniş örgütleri ile iş birliği yaparak Yahudileri Nazilerden saklamaya ve kurtarmaya çalışmışlar. Filmde minicik bir sekans ile es geçilen bu çabaları nedeniyle iki kardeş 2017’de Raoul Wallenberg Ödülü’ne layık görülmüşler.
Filmde Ermeniliğinden sık sık söz edilse de bu konudaki politik görüş ve eylemlerinden hiç söz edilmiyor. 1988’deki yıkıcı depremin ardından Ermenistan’da bir vakıf kurarak maddi ve manevi yardımlarda bulunan “Ermenistan Ulusal Kahramanı” ödülü alan, 2008’de Ermenistan vatandaşlığı alan, 2009 yılında Ermenistan’ın İsviçre Büyükelçisi olarak atanan Aznavour, aynı yıldan itibaren Birleşmiş Milletlerde Ermenistan’ın daimi delegesi olmuştu. “Dünyanın en ünlü Ermeni’si” olarak Ermeni Tehciri ile ve Türkiye ile ilgili ikircikli bir durumu da var ki, ondan da hiç söz edilmiyor. Birçok röportajında annesinin doğduğu ülkeyi görmek istediğini söylemiş olan, 1959’dan itibaren birkaç kez Türkiye’de konser veren Aznavour, tüm söyleşilerinde Türklerin ve Ermenilerin barışmaları için çaba sarf etmiş, Türk halkı için “Bir Türk Dosta Mektup” adıyla bir şiir de kaleme almıştır. Buna karşın 1976’da Ermeni Kırımı ile ilgili “Ils sont tombés” adlı şarkıyı da yazmış, Atom Egoyan‘ın nerdeyse Asala’ nın terör eylemlerine anlayışla bakan “Ararat” filminde rol almıştır.
Bütün bu saydıklarımı bir kenara bırakarak, yazar yönetmenlerin Aznavour’ un sadece söz yazarı ve şarkıcı tarafına odaklanma haklarını kabul ettiğimde bile, sanatçı olarak o benzersiz başarısının ve ününün senaryoda sadece tutkulu bir takıntıya bağlanmasını doğru bulmuyorum.
Yakışıklı sayılmayacak çelimsiz fiziği, kısacık boyu ve de özellikle buğulu tenor sesi başlarda çok eleştirilen, yıllar geçtikçe üzerine daha da fazla oturan sesinin kabul görmesini sağlamış olan Aznavour’ un, döneminin tarihe geçmiş diğer iki büyük “Fransız Chansonu” yaratıcısı Edith Piaf ve Jacques Brel gibi, şarkıları güzel bir melodiyi ve akılda kalan bir nakaratı fazlasıyla aşan birer “auteur” olduğu için zirveye tırmanabildiği ve bu zirvede on yıllar boyunca kalabildiği konusu kanımca filmde göz ardı ediliyor.
En azından bu yazıda Aznavour şarkılarının yaratıcı içeriklerinden biraz söz etmek isterim : “Que c’est triste Venise”, “Le palais de nos chimères”, “Désormais” gibi şarkıları, yıllarca yol göstericisi ve destekçisi olan Piaf’ın gerçekleşememiş ya da bitmiş aşklara olağanüstü ağıtları gibi, çoğu zaman yarım kalmış aşk öykülerini konu alsalar da, Aznavour’un favori temaları şüphesiz “Hier encore”ya da “Sa Jeunesse” de olduğu gibi insanın geçip giden yıllar karşısındaki çaresizliği, yaşlanma ve ölümdür.
Sanatçı çoğu meslektaşından farklı olarak sadece iki sevgili arasındaki aşkı anlatmakla yetinmemiş, bir adım öteye giderek “Les deux guitares”, “Les Comédiens”, “For me formidable”, “Et pourtant”, “La boheme” gibi benzersiz melodik özellikleri kadar öyküleriyle de öne çıkan şarkılar, “Pour faire une jam” gibi caz altyapılı eserler, “La Mamma” gibi doğuya özgü ağıtlar yazmıştır. Bildik konulardan iyice uzaklaşarak, ilişki ya da evlilik müessesesi ile ilgili tespitlerin yer aldığı “Je bois”, “Bon anniversaire”, T t’laisses aller” gibi eserlere imza atmış, öğrencisiyle aşk yaşadığı için hüküm giydiğinde intihar eden Gabrielle Russier anısına “Mourir d’aimer” Sarasate Sokağı’nda annesi, kedisi, kaplumbağası ve kanaryalarıyla yaşayan bir travestiyi anlattığı hem çok ses getiren, hem de insanlarda şok etkisi yaratan, “Comme ils disent” şarkılarını da yazmıştır.
Filme dönersek merkezine şarkıcıyı canlandıran Tahar Rahim’in oturtulduğu, tüm diğer karakterlerin birer taslak olarak kaldığı “Monsieur Aznavour”, belgeselmiş gibi gelişse de pek inandırıcı olmayan, sürprizsiz, heyecansız, tıknefes ve sığ senaryosu ile kesinlikle sinema tarihinde yer edecek bir film değil.
Tabii ki, aylarca piyano ve şan eğitimi alan, canlandırdığı kişinin beden dilinden ses tonuna titizlikle inceleyip ustalıkla yansıtan, aşırı makyajla Aznavour’a bir miktar benzetilmiş olan Tahar Rahim’in çabasını takdir etmek gerekiyor. 1981 Belfort doğumlu Cezayir kökenli Fransız oyuncu yüzeysel yazılmış karakterine belirli bir derinlik katmaya çalışırken, çoğu Charles Aznavour’un sesinden şarkıları ustalıkla senkron söylüyor, “Je me voyais déjà”, “La Bohème” ve “Emmenez-moi” gibi bazılarını canlı olarak da seslendiriyor. Yine de iki yönetmenin ona Aznavour’un sahnede müziğin temposuna uyarak kendi etrafındaki o ünlü dönüşlerini neden yaptırmadığını anlamış değilim. Tahar Rahim’e ikinci kez César ödülü getirme olasılığı alan performansı dışında oyuncu olarak tek dikkat çekecek isim, senaryoda ünlü şarkıcının bir karikatür olarak çizilmesine karşın, Edith Piaf karakterine bir miktar inandırıcılık kazandıran Marie-Julie Baup. Tabii ki bir Marion Cotillard değil ama, hem fiziksel olarak, hem de ustalıkla kendi sesinden söylediği “L’accordéoniste” ile epey inandırıcı.
Yazının başından beri tüm eksiklerini saydığın bu filmin hiç mi artısı yok diye soracaksanız, cevabım “tabii ki var!” olacak. “Monsieur Aznavour” sinema olarak pek başarılı sayılmasa da, frankofon olsun ya da olmasın çok sayıda kuşağı etkilemiş bir sanatçının anılarda kalmış müziğine nostaljik bir aşk mektubu. Belirli bir yaşta iseniz, Aznavour’ un en ünlü şarkıları eşliğinde, onları kimi zaman mırıldanarak, kendi geçmişimize yapabileceğimiz keyifli bir yolculuk. İlk kez dinleyecekseniz, sıra dışı bir şarkıcıyı ve onun benzersiz müziğini keşfetmek için bir başka keyifli yolculuk.
Tahar Rahim hatırına Grand Corps Malade ile Mehdi Idir’in filmine mutlaka bir göz atın ama asıl kendinizi bu müzik şölenine bırakmak için, final jeneriğinin sonun kadar mutlaka izleyin derim.
Film (**) – Müzik (****)
Yönetmen / Senaryo : Mehdi İdir, Grand Corps Malade
Görüntü Yönetmeni : Brecht Goyvaerts
Kurgu : Laure Gardette
Oynayanlar : Tahir Rahim, Bastien Buoillon, Marie-Julie Baup, Camille Moutawakil, Lionel Cecilio, Petra Silander, Rupert Wynne-James, Victor Meutelet
Fransa / Biyografi-Müzik-Dram / 133 Dk.