Savaş Üstüne Savaş / One Battle After Another
YILIN FİLMİ
Politik yorumları, doyurucu ve ilginç konusu, ünlülerden oluşan oyuncu kadrosu, kusursuz sinematografisi Savaş Üstüne Savaş’ı yılın en iddialı filmi yapıyor. Epik film, komedi, destan ve trajedi arasında kalan bu sıra dışı film Amerikan sinemasının ‘Altın Çağ’ını yeniden ele alıyor.
Çoğu eleştirmenin “yılın filmi” olarak nitelediği, Oscar yarışında iz bırakacağı herkes tarafından kabul edilen, Paul Thomas Anderson’un “Savaş Üstüne Savaş / One Battle After Another” adlı çizgi dışı ideolojik aksiyon filmi, 16 Mart 2026 gecesi dağıtılacak Oscar Ödülleri’nin favorisi. Yüksek tempolu, enerjik, aydınlık, çok katmanlı, yoğun anlatılı, komik ama endişe verici filmde, Anderson aksiyon, politik mesaj ve mizahın sürükleyici bir eğlence vaat ediyor. 130 milyon $’ı aşan bütçesi, politik yorumları, doyurucu ve ilginç konusu, ünlülerden oluşan oyuncu kadrosu, kusursuz sinematografisi Savaş Üstüne Savaş’ı yılın en iddialı filmi yapıyor. Epik film, komedi, destan ve trajedi arasında kalan bu sıra dışı film Amerikan sinemasının ‘Altın Çağ’ını yeniden ele alıyor. Sanatsal açıdan başarılı, mükemmel kullanımlı müziğiyle, inanılmaz derecede hassas kurgusuyla, Leonardo Di Caprio, Sean Penn, Benicio Del Toro’lu oyuncu kadrosusuyla, Anderson akıcı mizanseniyle aksiyonu sürekli olarak ileri taşıyor. Amerikalı yönetmen radikalizmden asla vazgeçmeden duygu uyandırmayı başarıyor, izleyicide adrenalin patlaması yaşatıyor.
EPİK KARA MİZAH DESTANI
Paul Thomas Anderson birbirini baş döndürücü bir hızla kovalayan çılgın sahneler eşliğinde, kariyerinin bu en iddialı filminde bir ustalık dersi sergiliyor. Kariyerinin yalnızca en iyi filmi değil, aynı zamanda en dokunaklı ve paradoksal olarak ülkesinin bir dönüm noktasında olduğu bir dönemde iyimser bir filme imzasını atıyor. Film, Thomas Pynchon’ın “Vineland” adlı romanından serbest bir uyarlamayla, Anderson’un senaryosunu yazdığı bir epik, aksiyon kara komedisi. Roland Reagan’ın 2. kez başkan seçildiği 1984 yılında başlayan roman geniş bir zaman dilimine yayılarak, sancılı bir dönemi merkezine alıyor. Anderson romanın ana ruhuna sadık kalarak, ana hikayeyi 21. yüzyıla adapte ediyor. Romandaki 1968 kuşağı aktivistlerin yerine filmde aşırı solcu terör örgütü French 75 adlı yasa dışı hayali bir örgütü izliyoruz. Filmin açılış sekansında Meksika’dan ABD’ye geçerken yakalanıp tutuklanan kaçak göçmenlerin French 75 tarafından serbest bırakılmasını anlatan aksiyon yüklü bir bölüm var.
Bu bölümde örgütün lideri isyankar, gözü pek Pefidia’sını (Teyana Taylor), fanatik ama deneyimli beyin Bob’u (Leonardo Di Caprio) ve karşılarına aldıkları karizmatik Amerikalı subay Steven’i (Sean Penn) tanımış oluyoruz. Perfidia tesadüfen Steven’e cinsel tacizde bulununca, militarist subay ona şehvet hisleri duymaya başlar. French 75’in bankalara, politikacıların ofislerine, elektrik şebekesine yaptığı saldırıların birinde Perfidia bomba yerleştirirken Steven tarafından yakalanır; bir motelde kendisiyle cinsel ilişkiye girme isteğini kabul edince serbest kalır.
Perfidia bu ilişkiden Charlene (Nia Leon) adında bir kız doğurur, ancak devrimci faaliyetlerine devam edebilmek için onu terkeder. Bob himayesine aldığı bebeği sahte isimler kullanarak Kaliforniya’nın ücra bir köşesinde büyütür. Paranoyak bir içki bağımlısana dönüşen Bob 16 yıl boyunca (özgür ruhlu bir devrimciye dönüşen) Charlene’i korur.
Göçmen karşıtı sert bir subay olan Steven, ABD güvenlik teşkilatında önemli bir albay konumuna yükselir. Komutanlarının gözüne girip, sağcı bir gizli örgüte kabul edilir. Charlene’in kızı olduğunu öğrenince onun ve Bob’un peşine düşer. French 75 örgütü Charlene’in izini kaybettirirken, Bob baskın sırasında gizli bir tünelden kayıplara karışır. İkilinin Steven’in ölümcül takibinden kurtulma çabaları uzun yıllar devam eder. Filmin 2. yarısında French 75 ve Steven, ilk yarısının aksine agresif değil, defansif bir savaşın içindedir. Film, geçmiş devrimci hareketler, radikal örgütler, ABD’nin politik ve toplumsal çatışmaları gibi temalara yer veriyor. Film, Paul Thomas Anderson eski filmlerinin tarzına kıyasla daha büyük bütçeli, aksiyon unsurları da içeren bir yapı taşıyor. Görsel ve stil açısından farklılık yaratan film, formatı, görüntü yönetimi, müzik seçimleri gibi teknik açıdan çok başarılı. Bunda Anderson’un becerisinin dışında, görüntü yönetmeni Michael Bauman’ın, müzik partisyonunda imzası olan Jonny Greenwood’un, hareketli kurgusuyla Andy Jurgsen’in ve olağanüstü bir oyuncu kadrosunun katkısı var.
ÇAĞDAŞ BİR ABD PORTRESİ
Paul Thomas Anderson’un Thomas Pynchon’un romanını senaryosunda günümüze taşımasında, Donald Trump‘ın 2016’da ABD’de iktidara gelmesinden sonra ülkenin anti faşist hareketini hatırlatma isteğinden kaynaklandığını düşünmek mümkün. Amerikalı yönetmenin eski filmlerinden bilinen mizansen ve öykü anlatma becerisine, oyuncularını yönetmedeki ustalığına bu son filminde aksiyon duygusunu katmasıyla, kariyerinin başyapıtına imza attığı da söylenebilir. Anderson 161 dakikalık süresinde tansiyonu hiç düşmeyen, vaktin nasıl geçtiğini anlayamadığımız, seyircinin içine girdiği, aksiyon sahnelerinin zirve yaptığı doyurucu, kara mizah ile aksiyonu birleştiren bir film yapmış. Filmde pek alışık olmadığımız politik hiciv ile aksiyon sinemasının karışımı ve yönetmenin hem tematik hem görsel olarak, önceki filmlerinden farklı bir yönelime gittiği ve bunda büyük başarı kazandığı dikkati çekiyor. Günümüzde artan şiddeti eleştiren, politik açıdan heyecan verici bu anti-militarist senfoni zaman zaman asap bozucu da olabiliyor.
Temposu ve her şeyden önemlisi biçimiyle, yakın Hollywood tarihine damgasını vuran film, zıtlıkları sürekli olarak bir araya getiren benzersiz bir çalışma ortaya koyuyor. Ahlak anlayışının daha olgun olmayı hak ettiği çağdaş Amerika’nın kutuplaşması hakkındaki bu komik ve politik masal, müthiş bir anti kahraman destanı, beceriksizliğin bir komedisi. Anderson, bu kesişen hayatlar alegorisi olarak tarif edebileceğimiz filminde, melankolik hikayeler eşliğinde sürükleyici bir yol filmine imza atıyor. Teknik kadronun, oyuncuların, herkesin tam bir uyum içinde olduğu, post modern bir terör savaş filmi izliyoruz. Bir Fransız gazetesi filmi “Hollywood’un Amerikan iç savaşlarını yeniden ele alması” gibi bir çerçevede değerlendirdi. Filmde kötü adamların kim olduklarını ve onların cezalandırılacaklarını biliyoruz. Dünya bundan dolayı değişecek mi ? Artık buna inanmıyoruz : ancak dostluk, dayanışma ve her şeyden önemlisi sevgi ve aşk hakkında derinlik ve hafifliğin harmanlandığı bu filmde teselli buluyoruz.
Filme adını veren 2 savaşın ilkinde French 75 yenik düşmüştür, yasa dışı örgüt ikinci savaşta ise derin devlet destekli güçlere karşı, beyaz ırkçıları temsil eden Steven’e karşı direnip Charlene’i kurtarmaya çalışır. Filmin ilginç 2 kadın kahramanından Perfidia mücadelesinde kendi egosu için savaştığının farkında değildir. Annesinden daha sakin, daha gerçekçi olan Charlene ise hayata tutunmak için savaş verir. 2 erkek kahramandan biri olan modası geçmiş devrimci Bob, Coen Kardeşler’in başyapıtı “Big Lebowski”nin ana karakterini akla getiriyor. Film eski bir devrimci olan bu karakterin yıllarca inancı doğrultusuna mücadele edip, yıllar sonra eski düşmanları ve geçmişiyle yüzleşmesini, koruması altına aldığı bir çocuğu 16 yıl boyunca hayatta tutma mücadelesini anlatıyor. Geçirdiği ölümcül kazadan yüzünde derin bir iz bırakan bir yara ile kurtulan Albay Steven ise aşırı militarizmin filmdeki temsilcisidir. Filmin ilginç bir üçüncü erkek karakteri olan, (Benicio Del Toro tarafından canlandırılan) Sergio St.Carlos tecrübeli, alaycı ama insancıl, uluslararası bir insani yardım kuruluşunda çalışan zeki, saygın bir görevlidir.
KESİŞEN HAYATLAR ALEGORİSİ
Kadın düşmanı Steven’in kişiliği göz önünde bulundurulduğunda “Savaş Üstüne Savaş” kadın düşmanı bir film olduğu akla gelebilir. Ancak güçlü karakterli 2 kadın kahramanı (Perfidia ve kızı Charlene) ile feminist bir film olduğu neticesine varmak mümkün. “Eddington” ile Ari Aster, Covid sonrası ABD’deki fikir ayrılıklarına ayna tutmuştu. Paul Thomas Anderson ise ABD’de yaşanan gerilimin farklı bir versiyonunu daha iddialı, daha inandırıc ve etkileyici bir filmde sunuyor. Çağdaş bir ABD portresi olan film, Trump döneminde etkileyici bir yankı uyandırırken, faşizme karşı verilen mücadeleyi nefes kesici bir ustalık gösterisine dönüştürüyor. Film günümüz Amerika’sını kemiren ölümcül ideolojik kaosunu çılgın bir kovalamacayla gözlere seriyor. Anderson’un Gillo Pontecorvo başyapıtı “Cezayir Savaşı / La Battaglia Di Algeri”nin etkisi altında kaldığı söylenebilir.
Teknik kadronun en başarılısı Andy Jurgensen heyecan verici kurgusuyla dikkati çekiyor. Amerikalı sanatçı Anderson ile bir önceki filmi “Licorice Pizza”da işbirliği yapmıştı. Bu filmin görüntü yönetmeni Michael Bauman ve müziğini üstlenen Jonny Greenwood, “Phanthom Tread”den sonra “Savaş Üstüne Savaş”ta da teknik kadroda bulunuyorlar. Jonny Greenwood, Anderson’un 2 Oscar Ödüllü başyapıtı “Kan Dökülecek / There Will Be Blood”da müzik parisyonunu hazırlıyan besteciydi. Yılın en çılgın filminde Leonardo Di Caprio ve P. T. Anderson arasındaki iş birliği, bize cüretkar, baş döndürücü bir sinema şöleni sunuyor. Kendilerine Sean Penn, Benicie Del Toro ve Teyena Taylor eşlik ediyorlar. 2 sinema devi Di Caprio ile Penn arasındaki kaçırılmaması gereken destansı düelloyu gözlere seren film izleyicisini 2 saat 40 dakika boyunca koltuğa çiviliyor.
Leonardo Di Caprio (51) hafıza kaybı yaşayan ama kendisine misyon edindiği terkedilmiş bir çocuğu hayatı boyunca koruyan özgür ruhlu devrimci rolünde usta bir komedi aktörü olduğunu doğruluyor. 7 kez aday olduğu Oscar yarışında “Diriliş / The Revenant” ile heykeli kucakladığında tüm sinema dünyasını mutlu etmişti. Di Caprio’nun Berlin Film Festivali’nde “Romeo + Juliet” ile alınmış bir En İyi Erkek Oyuncu Ödülü var. Hollywood’un en yetenekli erkek oyuncularından biri olan Sean Penn (65) “Milk” ve “Mistic River” filmleriyle kazanılmış 2 Oscar Ödülü var. Penn, sinemanın en prestijli 3 festivalinde de en iyi erkek oyuncu ödülünü kucaklamayı başarmış ender sanatçılardan biri. Berlin’de “Dead Man Walking” ile, Cannes’da “She’s So Lovely” ile Venedik’te 2 kez, “21 Grams” ve “Hurlyburly” ile usta oyunculuğunu kanıtlayan Penn’in yönettiği 8 uzun metrajlı filmi var. Şarkıcı, dansçı, koreograf, yönetmen, model, 10 parmağında 10 marifet olan Teyena Taylor’u (35) filmde korkusuz Perfidia rolünde yeteneğini kanıtlarken görüyoruz. Kısa rolüne rağmen fark yaratmasını bilen Benicio Del Toro’yu (58) filmin son bölümüne damgasını vururken izliyoruz. Puerto Rico doğumlu aktörün “Traffic” filmiyle kazanılmış bir Oscar’ı var.
2026’nın Oscar Ödül töreninde 3 yıl önce “Oppenheimer” ile yaşananlar tekrarlanabilir. Christopher Nolan’ın başyapıtı 13 adaylığın 7’sini Oscar Ödülüne çevirmişti. 10’un üstünde adaylık alabileceği öngörülen “Savaş Üstüne Savaş”, En İyi Film, Yönetmen, Uyarlama Senaryo, Kurgu, Görüntü Yönetimi, Yapım Tasarımı, Ses, Özgün Müzik dallarında ödül alması kimseyi şaşırtmayacak. Bunlara oyuncu dallarında Leonardo Di Caprio, Sean Penn, Teyena Taylor’u da katabiliriz.
Yönetmen / Senaryo : Paul Thomas Anderson
Görüntü Yönetmen, : Michael Bauman
Kurgu : Andy Jurgensen
Müzik : Jonny Greenwood
Oyuncular : Leonardo DiCaprio, Benicio Del Toro, Sean Penn, Teyana Taylor, Regina Hall, Chase İnfiniti, Alana Haim, Paul Grimstad, Wood Harris, April Grace, Jim Anderson
ABD / Aksiyon-Suç-Komedi-Dram / 170 Dk.













