Aşıklar Bayramı
AŞIKLAR BAYRAMI, BABA OĞUL MATEMİ
“… artık buruşuk bir çarşaf gibi dağılan / yüzüne bakınca duydum ancak; / anneler erken / ölümlerine yakın sevilir babalar.”
KEMAL VAROL
Babaya duygularımızı anlatan en gerçek dizeler “Küfran” adlı şiirin bu son dizeleri olsa gerek. Çocukluğumuzda, ergenliğimizde hatta gençliğimizde hareketlerimizi, hayatımızı kısıtlayan en büyük engel ve üzerimizdeki otoritenin baskıcısı olarak babamızı gördüğümüz için bu çağlarımızda çoğumuz babalarımızdan (özellikle bizim kuşaktan söz ediyorum) nefret ederiz; oysa zaman geçtikçe onun gerçek sevgisinin farkına varırız ve işte o zaman babalarımızı sevmeye başlarız.
Eleştiri yazıma başlarken okuyucuya önereceğim ilk şey şu olacaktır. Kemal Varol’un internet sitesinde bulunan “Küfran” adlı uzun şiirini okumadan bu filmi seyretmeyin lütfen. Arapça kökenli küfran kelimesinin anlamı en basit tanımıyla nankörlük demek.
Eser zaten Kemal Varol’a ait “Aşıklar Bayramı” aynı adlı romandan uyarlama; roman 2020 yılında Atilla İlhan Roman Ödülü kazandı. Senaryosu yönetmen Özcan Alper ile eserin yazarı Kemal Varol tarafından yazıldı. Yönetmeni ise zaten bilenler biliyor; sonbahar filminden, Rüzgarın Hatıraları filminden!
FİLM, BABA OĞULU ANLATSA DA HERKESİN YARASINA DOKUNUYOR.
Çook geçmişte kalmış bir fotoğraf, bir omuza dokunuş, bir bakış, sarı saçlı çocuğun anılarında babası dizinde şapkasıyla öylece donmuş kalmış. Evet filmin açılışından söz ediyorum. (Fotoğrafın çekildiği fotoğraf makinesi de benim hatıralarımı canlandırdı. Dönemin üstten kameralı makinesi, biz daha çocukken babamın boynumuza asıp bizi köylere fotoğraf çekmeye gönderdiği fotoğraf makinesin aynısıydı) Baba oğul hesaplaşmasını anlatan bir yol hikayesi. 25 yıldır oğlunu aramayan sormayan baba bir gün oğlunun kapısını çalar; romanda bu karşılaşma şu satırlarla anlatılır: “Babam, tamı tamamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden ortaya çıkmış mahcup bir konuk veya geçip giden zamandan borcunu mahsup etmeye gelmiş eski bir alacaklı gibi öylece beni bekliyordu.” Yusuf (Kıvanç Tatlıtuğ) yatılı okullarda eğitim görmüş, hayatla başa çıkmış avukat olmuş ama yatılı olmanın ve kimsesizliğin içinde açtığı büyük boşluk yaraya dönüşmüştür; ancak yara kabuk bağlamış günlük hayatın gereklerini yerine getiren başarılı bir avukat olarak hayatını 39 yaşına kadar idame ettirmiştir. Taa ki evinin kapısı o gün çalınana kadar! Gelen, yukarıda romandan alıntıladığım gibi 25 yıldır onu aramayan babası Aşık Heves Ali’dir. (Settar Tanrıöğen)
Sonrasında yola çıkış! Bu, sadece asfalt yolda yapılan bir yolculuk değil aynı zamanda güzergahın kalpten ve hafızadan geçtiği bir yolculuktur. Bu yolculukta Yusuf’un içindeki yara açılır, atlatamadığı travmalarının hesabını babasından sormak ister lakin Aşık Heves Ali ölmek üzere olduğu için arafta kalır, söylemsem mi- söylemesem mi ikilemi (ki Kıvanç Tatlıtuğ bu ikilemi ziyadesiyle güzel canlandırmış) içerisinde gider gelir, kimi zaman söyler kimi zaman susar ama o sancıyı tavırlarıyla hissettirir. (zaten filmde beden ve duygular konuşuyor, katılığın içindeki sevgiyi bu beden dilinde görüyoruz) Hiç yabancısı olmadığımız bir duyguyla karşı karşıya kaldığınız zaman sizin de yaranız kanıyor. Haksızlığa uğradığınızı düşündüğünüz durumu olmadık anda hem de evinizde misafirken çat diye anneniz ya da babanızın yüzüne söylersiniz ve sonra derin bir pişmanlık duyarsınız; öte yandan söylemeniz de gerekir çünkü o zehri atmazsanız boğulacağınızı hissedersiniz. Eminim filmi seyrederken çok kişi bu duyguyu, bu ikilem duygusunu, bu arafta olma duygusunu hissetti…
BURCU BURCU ANADOLU KOKAN BİR FİLM
Coğrafyası, türküleri, bozkırı, insanı ile Artık kaybolmaya yüz tutmuş Aşıklar Bayramı ile Yolculuğun kırşehir’den başlaması Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş saygı duruşu olmuş. Onlar da baba oğul Neşet Ertaş’ın aşkı Leyla yüzünden uzunca bir süre gerilim yaşadığını düşünecek olursak hikayeyle bir yönden benzerlik taşıyor.
Tabii Aşık Veysel de unutulmamış, hem türküsü hem duvara asılmış fotoğrafı ile “Ben meylimi üç güzele düşürdüm / Biri Şemsi biri Kamer ill’lif” Türküleri duyup da “ah” çekmemek olur mu? (Kemal Dinç de bu türküyü güzel okur.) O türküler Anadolu’nun sıcaklığından, samimiyetinden, dürüstlüğünden, hasretinden alır kaynağını. Türkülere ihanet eden Anadolu’ya ihanet eder aslında. Yönetmen bu türkülere samimiyetle sahip çıkıyor Anadolu’nun türkü güzergahında bizlere ufak ufak ziyafetler çekiyor. Elazığ da bu duraklardan birisi ama bir Sivas’lı olarak küçük bir sitemde bulunarak güzergahta keşke Sivas da olsaydı demeden geçemeyeceğim.
Dünyanın en zengin ülkelerinden olan İsviçre’nin sınırında Fransa’nın kasabasında yaşayan bir kişi olarak Anadolu coğrafyasında dolaşmak gözlerimi yaşarttı ve Anadolulu olmaktan bir kez daha memnun oldum. Eğer o coğrafyayı içselleştirdiyseniz kültürünü derinden hissediyorsanız hiçbir coğrafyanın bu kadar zengin olamayacağını düşünüyorsunuz. Belli ki yazar ve yönetmen de o güzelliği içselleştirmişler.
Yol hikayesi olunca 2021 yılında “En İyi Yabancı Film Oscar Ödülü”nü alan “Drive My Car” filmini düşünmeden edemiyor insan. O yol boyunca filozof olan yazarın kadın şoförüyle yaptığı felsefi sohbetler hala damağımızdadır. Neden anlattım bunu? Bu yol hikayesinde de Anadolu felsefesi daha derin işlense hiç fena olmazdı diye düşündüm… Yazar demişken, filmin başında gösterilen Yusuf’un okuduğu sevgili Latife Tekin’in “Sürüklenme” adlı romanı da güzel bir gönderme olmuş.
Özetle filmi gözleriniz dolu dolu izliyorsunuz. Ancak sonunda dramın dozu kaçıyor. Nacizane önerim, bu dramatize olayını seyirciye bırakmak çok daha doğru olacaktır. Eleştirimde baştan sona filmin bendeki karşılığını da yazdım ve bunu hep yaparım. Sizin hikayenizin karşılığı seyircide farklı hikayeler çağrıştırıyor ve herkes kendi hikayesinin dramını düşüncelerinde oluşturuyor. Yönetmenler trajediyi arttırdığı zaman seyircinin kendi hikayesi bir anda yok oluyor.
İki oyuncu da çok iyi ama Kıvanç Tatlıtuğ en iyi performanslarından birini sergiliyor. Bayıldım desem yeridir. Kelebeğin Rüyası filminde de buna benzer bir performansı vardı. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim; bundan böyle artık Kıvanç Tatlıtuğ’un yakışıklılığını değil, oyunculuğunu konuşacağız. Kendisinin yolu açık olsun.
Emeklere sağlık diyorum ve tabii ki izlemenizi şiddetle öneriyorum. Ve Küfran Şiirinin ilk dizeleri. Eleştirimde yazmayı unuttum ama Baba oğul hikayelerindeki babayı eleştiren oğulun bir süre sonra ona benzediğini görürüz. İşte hem filmde hem şiirde bu benzeme öyküsü mevcut.
“o rahvan atları anlaşılır kılan sabahlarda
göğsü kasvet sayrılarıyla çarpışıp
delişmen çocuklarını azdırırken dünya
şehrin çarşılarından esen telaş
hıçkırıklarla akşamı karşılayan bir aldanış gibi
babamın incinmiş sesine çökerdi.
yatağına ilk kez akan bir nehrin hırçınlığıyla
karın kapadığı rayları temizleyendi babam.
bir nasihatin başlangıcındaki parmağı hep tehdit,
bütün oğulları kaç göç,
herkesin yalnız klarnet çalarken duyduğu
kendinin öksüzü ıslak bir adam.
benzemem diye düşünürken
müsvedde oldum ona.”
Yönetmen : Özcan Alper
Senaryo : Kemal Varol, Özcan Alper
Görüntü Yönetmeni : Firar Güney Kayran
Müzik : Cem Erdost, Cevdet Erek, Mine Pakel
Oyuncular : Kıvanç Tatlıtuğ, Settar Tanrıoğen, Erkan Can, Erkan Bektaş, Uğur Uzunel, Laçin Ceylan, Çetin Sarıkartal, Süleyman Kabaali, Pınar Göktaş
Türkiye / Dram / 102 Dk.
Malesef Alevi kültürünü yansıtacak fazla bir konu ve sahne olmamış çok aşırı eksik Türküler eksik sahneler eksik
En Azından son sahnede aşıklar bayramına ulaşılan yerde türkü ve semah olabilirdi
Diyaloglar bir çok yerde çok kötüydü. Arabada babanın oğlunun sırtına dokunmak istemesi vb bir sürü sahne inandırıcılıktan uzaktı. Hikaye gayet klişe ve bunu sadece bağlama ve Alevi kültürü ile zenginleştirme çabası yetersiz kalmış. Devamlılık hatalarına girmeyelim. Rüyasında babasını boğuyor sonra babası ‘rüya gördün galiba” vs. gerçekten tatsız. kitabın yazarının senaryo ekibinde olması sanırım kaçınılmaz eksikliklere yol açtı. Kıvanç Tatlıtuğ’un arabada uyuduğu ilk sahnede uyanıp babasını arama sahnesi( araba içindeki kısım) çok saçma, Oyuncu yönetimini beğenmedim. Özcan Alper’in en kötü işi diyebilirim.
Hiç mi güzel bir şey yoktu? Elbette vardı, Cem Erdost ve müzik ekibindeki diğer arkadaşlar. Ses tasarımı çok iyiydi.