Cadılar Bayramı Sona Eriyor
CADILAR BAYRAMI ZATEN ÇOKTAN SONA ERMİŞ!
Bilindiği üzere başarılı bir filmin devamını çekmek altından kalkması oldukça zor bir iştir. Özellikle bu film, John Carpenter’ın 1978 yılında çektiği ‘Halloween’ gibi türünde başyapıt mertebesine yükselmiş, ‘slasher’ movie akımını başlatmış ve nerdeyse bütün korku/gerilim filmi yönetmenlerinin adeta referans aldığı bir eserse, devam çekme fikri çok daha hassas bir hale dönüşür.
Carpenter’ın 1978 yılında çektiği bu ‘kült’ olmuş film (ana hikayeden kopuk olan Halloween 3 ve 2009 yılında çekilen remake’i saymazsak) tam 10 devamla sürdü ve günümüze kadar geldi. Ancak bu 44 yılı aşan sürede ister istemez birçok şey değişti: filmdeki oyuncular yaşlandı (hatta Donald Pleasence aramızdan ayrıldı), filmdeki ‘kan’ seviyesi yükselişe geçti, zamanında yeni olan temalar eskimeye başladı hatta filmdeki ana karakterleri bütünüyle etkileyen (örneğin Laurie’nin Michael’ın kardeşi çıkması gibi) sırlar ortaya çıktı.
Carpenter’ın ilk filmden sonra yönetmenlik koltuğundan çekilip yapımcılıkla yetindiğini de hesaba katarsak özellikle dördüncü bölümden sonra bizce seride hızlı bir düşüş başladı. Senaryolar kopuk ve zorlama durmaya, Michael Myers karakteri planlı bir şekilde değil nerdeyse rastgele eyleme geçmeye (yani öldürmeye) ve hikayeler basit bir ‘gore’ film denemesine kaymaya başladı.
İlkinden tam 20 sene sonra gelen Halloween 7 durumu biraz düzeltti. Aradan geçen bu sürede ilk filmde bir lise öğrencisi olan Laurie (Jamie Lee Curtis) artık orta yaşlı bir anne olmuş, kendisini ve ailesini tekrar ‘hortlayan’ bu korkudan korumaya çalışıyordu. Film kuşkusuz ilkinin seviyesine ulaşamıyordu ama eli yüzü düzgün, belli ölçülerde ürperten, temiz bir yapımdı.
ÜÇLEMEYLE AYAĞA KALDIRMAYA ÇALIŞMAK…
Ardından David Gordon Green dönemi geldi. Yönetmen sönmekte olan bu efsanevi ‘sagayı’ tekrar ayağa kaldırmak, toparlamak istedi. 2018’de çektiği ‘Halloween’ ve 2021’de eklediği ‘Halloween kills’ artık devri kapanmaya başlamış ikonik bir karakteri, seyircilerin ağzında ekşi bir tat bırakmadan layığıyla sonlandırmak istiyordu. O günlerin artık geride kaldığının farkında olarak yine de içimizde ufak bir umutla izlediğimiz bu iki film açıkça biraz hayal kırıklığı yarattı. Ama bu hayal kırıklığı göreceliydi. Çünkü zaten ilk film düzeyinde bir sonuç çıkmayacağını biliyorduk ve bu iki film birçok aksaklığa ve zayıflığa rağmen ‘izlenebilir’ düzeydeydi. Artık yaşlanmış ve yorulmuş olsa da Michael Myers’la yine buluşmak ve onun artık büyükanne olmuş Laurie ile çarpışmasını görmek ufak da olsa bir seyir keyfi veriyordu.
Ancak bu hafta sinema salonlarımıza uğrayan ve serinin (şimdilik) son bölümü olan ‘Halloween Ends’ tam anlamıyla bir fiyasko! Üstelik bizce ait olduğu efsaneye ihanet eden, geçmişe atıfta bulunayım derken kendi kimliğini de tamamen kaybeden ve nerdeyse bir senaryoda yapılmaması gereken şeyleri sıralayan esaslı bir fiyasko!
Konuya değinecek olursak: Haddonfield kasabasında Michael Myers kasaba sakinleri tarafından linç (!) edildikten sonra ortadan kaybolmuştur ve kasabanın eski sakin havası geri dönmüştür. Hatta yakın bir zamana kadar evini tuzaklarla ve kapanlarla donatan Laurie bile normal bir hayata dönmüş, torunuyla sakin bir yaşam sürmektedir. Ama bu esnada Haddonfield’de trajik bir olay meydana gelir: ailesinin dışarıya çıktığı bir akşam küçük çocuklarına bakmakla sorumlu bir genç kazara onun ölümüne sebep olur.
Hapisten çıktıktan sonra bile kasaba halkı artık onu ‘çocuk katili’ olarak görmektedir ve herkes tarafından dışlanır. Corey Cunningham adlı bu gencin bir süre sonra unutulan katil Michael Myers ile iletişime geçmesi ve bu esnada da Laurie’nin torunuyla yakınlaşması yeni bir dramın habercisi olacaktır.
Uyarı: Yazının buradan sonraki kısmı bazı sürprizleri açık etmektedir.
MİCHAEL MYERS’SIZ BİR HALLOWEEN FİLMİ(!)…
Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var: ‘Elm sokağında kabus’, ‘13. Cuma’ ve tabii ki ‘Halloween’ gibi ‘slasher’ movie’lerde katilin ilk dakikalardan itibaren, en azından apaçık görülmesini beklemeyiz. (Gerçi ilk ‘Halloween’ bunu başka bir yoldan yapıyordu ama). Senaryo ilerledikçe (kurban) ana karakterler belirginleşir, hikaye şekil almaya ve filmdeki asıl tehdit unsuru yavaş yavaş kendini hissettirmeye, adım adım öne çıkmaya başlar. Finale doğru ise filmin asıl kahramanı haline dönüşür.
Bu filmde ise sabırla Michael Myers’ın ortaya çıkmasını bekliyoruz ama filmin asıl korku unsurunu yeni bir karaktere (Cunningham) yüklemeyi seçen yönetmen ve senaristler asıl kötücül karakteri tamamen ikinci plana atıyorlar. Sonuçta filmde Michael Myers’ı topu topu 5-6 dakika görebiliyoruz! Hikayeye yeni bir yön katayım derken gerilimi ve atmosferi tamamen sıfıra çeken bu tutum zaten filmin yaratıcılarının baştan ne kadar yanlış bir yolda olduğunu gösteriyor.
İkinci büyük sorun senaryonun gidişatında yatıyor. Önce daha önceki filmlerle direkt bağlantısı olmayan trajik bir olay gösteriliyor. Ardından bu olayda (kazara da olsa) sorumlu olan kişinin hayatında yeni bir sayfa açma amacına tanık oluyoruz ama burada işler karışıyor. Çünkü o zamana kadar beceriksiz ama özünde kötü olmayan bir genç, pek ‘ipe sapa gelmez’ bir şekilde gerçek ‘kötülük’ ile karşılaşıyor ve onun maşası, çırağı hatta gizli ortağı haline geliyor. Dolayısıyla başlarda empati duyduğumuz sonrasında ise ürktüğümüz bu yeni ana karakter tamamen ‘neutre’, boş ve çoğu zaman edilgen bir hale dönüşüyor. Belki sonraki cinayetlerde son derece aktif ama bir yandan da etrafındaki insanlar tarafından itilip kakılmaya, dışlanmaya ve kaale alınmamaya devam ediyor.
Karakterin psikolojik olarak çok sorunlu olduğu ve günlük hayatında yaşadığı eziyeti bu kadar vahşi eylemlere karışarak ‘boşalttığı’ düşünülebilir. O zaman Michael Myers’ın buradaki rolü ne?
KİŞİLİKSİZ KARAKTERLER….
Katmanlı gözüken ama aslında yönünü şaşırmış Cunningham ve bu sefer geçen bölümlere göre çok daha pozitif duran Laurie dışında diğer karakterler çok şematik ve tekdüze kokuyorlar. Film boyunca Cunningham’ı birçok defa hırpalayan liseli gençler hem yeterince inandırıcı değiller hem de sanki senarist ‘dayak lazım’ dediğinde ortaya çıkıyor gibiler. Aynı şekilde büyükannesinin karşı çıkmasına rağmen Laurie’nin torunu Allyson’nun Cunningham’la önce arkadaş sonra sevgili olması da mantığa oturmuyor. Aslında bir genç kız kasaba tarafından haksız yere ‘damgalanmış’ genç bir erkeğe sempati duyabilir ama sık sık ortadan kaybolan, tutarsız davranışlarda bulunan ve yanında belli bir karanlık yan taşıyan birine sırılsıklam aşık olması pek akla uygun durmuyor.
Filmde sırayla öldürülen kurbanlar ise olması gerektiği gibi filmin başından beri tanıdığımız karakterler değil daha çok kısaca gördüğümüz gıcık bir Dj, gır gır ve aptal bir kız veya ahlaksız bir doktor gibi karton tiplemelerden oluşuyor.
İşin daha üzücü yanı filmi yaratanların ilk ‘Halloween’a hayran oldukları ve orada gördükleri şeyleri tekrar etmek istedikleri belli ama bunu bir türlü beceremiyorlar. Filmin başında Cunningham ve göz kulak olduğu çocuk Carpenter’ın bir başka başyapıtı ‘The thing’i (!) izliyorlar. Hatta Michael Myers’ın işlediği ender (!) cinayetlerden biri harfiyen ilk filmden alınmış gibi. Yine onun saklandığı yeraltı deliğinin yanındaki evsiz ihtiyar, Laurie’nin pencereden bakarak belli belirsiz bir ‘silüet’ görmesi ve sonrasında kaybolması hep önceki bölümleri hatırlatan karakterler veya durumlar. Hatta ara sıra ilk filmden görüntüler de izliyoruz… Ama bunların hiçbiri beklenen etkiyi yaratmıyor, gönderme veya selam değil ucuz taklit hissiyatı yaratıyor.
Sonuç olarak yönetmen Green bu başı sonu belli olmayan senaryosuyla, iyice şirazesi kaymış olay örgüsüyle, sıradan yönetmenliğiyle ve vasat oyuncularıyla (Jamie Lee Curtis hariç) sadece Michael Myers’ı değil ‘Halloween’ filmini de öldürmüş. Böyle bir projeye nasıl birçok kişi onay verir akıl alır gibi değil!
Myers sonucu görse mezarında ters dönerdi herhalde!
Yönetmen : David Gordon Green
Senaryo : David Gordon Green, Danny McBride, Paul Brad Logan, Chris Bernier
Müzik : John Carpenter
Oyuncular : Jamie Lee Curtis, Judy Greer, Andi Matichak, Nick Castle, James Jude Courtney, Kyle Richards
ABD / Korku-Gerilim / 111 Dk.