Cambaz / Longlegs
Müthiş etkileyici, usta işi bir gerilim
Suç, seri cinayet, korku, doğaüstü dehşet, psikolojik gerilim gibi bildik türleri iç içe geçirerek müthiş etkileyici bir senteze ulaşan, parlak yönetmenliği ve kusursuz oyunculuklarıyla usta işi bir film. Vizyonda kaçırmayın derim.
Filmin 1974 doğumlu yazar yönetmeni Osgood “Oz” Perkins’in ailesi ünlü sanatçılarla dolu. Büyük büyük dedesi Bernard Berenson ABD’nin bazı en değerli sanat koleksiyonlarının oluşumuna katkıda bulunmuş önemli bir sanat tarihçisi, büyük büyük ninesi efsanevi İtalyan modacı Elsa Schiaparelli. Adını aldığı büyük babası 1920-1930’larda filmlerde de çok sayıda karakter rolü üstlenmiş tanınmış bir Amerikalı tiyatro oyuncusu. Aktris ve model Marisa Berenson teyzesi. Osgood, 1950, 60 ve 70’lerin ünlü aktörlerinden Anthony Perkins ile eşi, oyuncu Berinthia “Barry” Berenson’un büyük oğlu. 1976 doğumlu şarkı yazarı, rock müzisyeni erkek kardeşi Elvis Perkins “Longlegs”in de müziğini yapmış bir besteci. Hitchcock’un efsanevi “Psycho / Sapık”ının 1983’deki devam filmi “Pycho II”de, babası yeniden Norman Bates’i canlandırdığında, 9 yaşında olan Osgood Norman’ın çocukluğunu oynamış. Kendi çocukları James ve Beatrice Perkins de oyunculuğa babalarının yazıp yönettiği filmlerle başlamışlar.
Oyunculuğu günümüze kadar sürdüren Osgood, 15-16 yaşlarından beri yönetmen olmayı, tutkuyla hayran olduğu Stanley Kubrick ile Tim Burton’un tarzlarını birleştiren bir sinema yapmayı düşlemiş. Bu hayalini gerçekleştirmek amacıyla bir yandan kamera arkasının tüm ayrıntılarını öğrenirken, diğer yandan da iyi bir filmin olmazsa olmazı olarak gördüğü senaryo yazmaya odaklanmış. Kendini tam olarak hazır hissettiğinde, 41 yaşındayken yazıp yönettiği ilk uzun metrajı “The Blackcoat’s Daughter / Rahibin Kızı”nda (2015), gizem, korku ve dehşet temalarını ustalıkla harmanlamış. Yazdığı ve yönettiği ikinci filmi, gotik bir hayalet hikâyesini huzur bozucu bir sinemasal deneyime dönüştüren, “I Am the Pretty Thing That Lives in the House / Evdeki Hayalet”te, dehşeti kesinlikle bol kanlı ürkünç sakanslarla yansıtmayan, Kubrick’in, Lynch’in ya da Polanski’nin tedirginliğin sürekli arttığı tarzlarına yakın sinema anlayışı iyice olgunlaşmış. 2020’de, Grimm Kardeşler’in masalını yeniden değerlendirdiği, masalsı kökenleri korurken çok sayıda yeni uğursuz ve meşum katman da keşfettiği “Gretel & Hansel”i çekmiş.
Yazdığı ve yönettiği, 2024’de prömiyer yapan “Longlegs / Cambaz” Osgood’un çağcıl dehşet sinemasının önemli ustaları arasına girdiğini kanıtlıyor. Film yüzünü görmediğimiz Longlegs’in bir station-wagon arabanın direksiyonunda, kırsal kesimdeki bir eve doğru yol aldığı sekansla başlar. Arabayı bahçeye park ettiğinde evde yalnız olan 8-9 yaşlarında kız çocuğu, merakla çıkıp ona doğru yürür. Görüntü yönetmeni Andres Arochi’nin köşeleri yuvarlatılmış 4/3 formatındaki çektiği bu stilize giriş, kız Longlegs’le (Nicolas Cage) karşılaştığında sona erer.
Acemice el kamerasıyla çekilmiş gibi görünen bu sekasta kendince sempatik davranmaya gayret eden Longlegs, ancak yarısı görünen yüzü, ince uzun beyaz saçları, soluk yüzü ve “falsetto” sesiyle erkekten çok “What Ever Happened to Baby Jane?”deki Bette Davis’i hatırlatan androjin bir karakterdir. Çarpık beden dili ve aşırı hareketleriyle çocuklarla iletişim kurmada beceriksiz bir palyaço gibi davransa da, aynen Baby Jane gibi, ürkünç ve oğursuz bir hava yayar.
1970’lerde geçen bu girişin ardından film kırmızı jeneriğe geçtiğinde görüntü yavaş yavaş genişleyerek 2.35/1 tam geniş ekran boyutuna dönüşür. Bu ölçü, çoklukla insansız bir ortamda görülen başkişisinin kişisel yalnığlığını açığa çıkaracağı gibi, gizemli çevresininin içinde, bir tabuta hapsedilmiş gibi edici yalıtılmışlığını da yansıtacaktır.
Jenerik sonrasında film yıllar sonra 1990’ların Clinton döneminde Oregon’da devam eder. İçe dönük çaylak FBİ ajanı Lee Harker (Maika Monroe) sıra dışı sezgi gücü yüzünden, cana yakın patronu Carter (Blair Underwood) tarafından 30 yıldır süregelen bir dizi seri cinayet olayını çözmek amacıyla görevlendirilir. On farklı evde on farlı aile acımasızca öldürülmüştür. Aile reisi, her evde bulunan balta, bıçak gibi silaha dönüşebilecek aletlerle eşini ve çocuklarını katletmiş, sonra da intihar etmiştir. Evlere zorla girildiğine, katilin cinayet yerinde bulunduğuna dair en ufak bir bulgu yoktur. Geride sadece Zodiac Katilininkilere benzeyen, çözülemez işaretlerden oluşmuş, sadece imzası “Longlegs” okunabilen birer mesaj bırakılmıştır. Vakaya dâhil olur olmaz, dosyaları ve suç yeri fotoğraflarını incelmeye başlayan Lee önemli bir ayrıntı keşfeder: Bütün kurban ailelerin 8-9 yaşlarında bir kızı vardır ve bu kızların hepsinin doğum günü, farklı aylarda da olsa hep ayın 14’ündedir. Aynen kendisininki gibi…
Lee’nin kaygılı annesi Ruth (Alicia Witt), kızını devamlı telefonla arayarak şerden korunmak için dua etmeyi ihmâl etmemesini ısrarla hatırlatmaktadır. İnançla ilgili bu boyut anlatının en başından beri hissedilmektedir. Tanrının ya da Tanrıların varlığı huzur vericidir ama, iyilik ve kötülüğün birlikte varoluşu mantıksal olarak Tanrının Şeytansız var olamayacağı sonucunu getirebilir. Perkins kötülüğün doğasıyla ilgili bu muğlak ve çözümlenememiş korkunun üzerine giderek, filmin karabasansı atmosferini giderek dinsel bir dehşete dönüştürür. Olayların izi 1966’da öldürülen bir çiftçi ailesine kadar sürüldüğünde, gerçek boyutta kuklalar imâl eden Longlegs’in inanç ve tutkuyla şeytana taptığı ortaya çıkar. Anlatı gerçekten gerçeküstüne, giderek de fantastik boyuta geçer. Hatta Perkins olaylar geliştikçe gizemi ikinci plana atarak filmin sürprizleriyle ilgili çok sayıda ipucu verir.
Öykünün giderek inandırıcılığını yitirmesini, sürprizlerinin kolayca tahmin edilir olmasını senaryo kusuru olarak algılamak yanlış olur. Yazar yönetmenin üyküden bilinçli olarak soyutlanmasının amacı, izleyiciyi çocukluğunda korka korka dinlediği masalların, tüm irkilticiliğine karşın çıkmak istemediği büyülü dünyasına götürmek için düşsel bir atmosfer yaratmaktır ki, Perkins bunda kesinlikle büyük başarı göstermektedir.
Spoiler vermemek için “Longlegs”in konusuna ait daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum ama, filmin Osgood’un kişisel yaşamıyla bağlantısından mutlaka söz etmem gerekiyor. Genç adam henüz 18 yaşındayken biseksüel babası Anthony Perkins AİDS kökenli sağlık sorunları yüzünden ölmüştü. O dönemde çok sayıda eşcinsel ya da biseksüel sinemacının cinsel kimliği bilinse de, bunun sözünün edilmesi tabuydu. Ömür boyunca ikili bir yaşam sürmek zorunda kalan Anthony Perkins hastalığını ancak ölüme iyice yaklaştığında açıklayabilmişti. Kocasının durumunun farkında olan anneleri iki oğlunu konudan tamamen habersiz yetiştirmişti.
Çocukluğu boyunca açıklanmayan bir sırın içinde yaşamış olması Osgood’un filmine, başkişisi Lee’nin annesi Ruth’un kızından şok edici bir gerçeği saklaması olarak bire bir yansımıştır. Bir söyleşide “Bunu bilmeyen yoktu, Kardeşimle ben bile teorik olarak durumun farkındaydık. Ama konudan hiçbir zaman söz edilmezdi” diyen Osgood şöyle devam etmişti : “Anneniz sizi tatsız bir gerçekten yıllarca uzak tutabilir. Sonra bakarsınız ki, bu koruma öyküsünün etrafında çılgın bir film oluşturmuşsunuz.”
Perkins hakkında son bir kişisel not ekleyeyim : Babasının sıra dışı ölümünden 9 yıl sonra Osgood bir trajedi daha yaşamıştır; 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelere çarptırılan uçakların birinde yolcu olarak bulunan annesi Berry Berenson da 53 yaşında terör kurbanı olmuştur.
“Longlegs”ie dönersek, filmin tedirgin edici ve huzur bozucu atmosferinin yaratılmasına Yapım Tasarımcısı Danny Vermette’nin Lee’yi hapsedercesine saran insansız ve boş mekânlarının, Görütü Yönetmeni Andres Arochi’nin çekimlerinin biraz karanlıkça, yarı gölgeli tonlamalarının büyük katkısı olmuş. Ses Tasarımcısı Eugenio Battaglia ile filmde adı Zilgi olarak geçen yönetmenim kardeşi Elvis Perkins, tehditkâr bir işitsel ortam yaratmışlar. Ses bandında arada bir duyulan T. Rex tekinsizlik duygusunu daha da güçlendirmiş.
Sinemanın içinde doğup büyüyen, film yazıp yönetecek olgunluğa kırk yılda geldiğini söylemiş olan Osgood Perkins gerçek bir sinefil olarak kendine çizdiği yolun başyapıtlarını yaratmış olan ustalara “Longlegs”de bir saygı duruşunda da bulunuyor. Mekân – karakter etkileşimi ile Roman Polanski’ye, sıradan bir Amerikan kasabasının essiz sakin görünümünün gizlediği ürkünç gerçeküstü boyutla David Lynch’e ve de, psikopat katil – çaylak ajan ilişkisiyle Jonathan Demme’nin “Kuzuların Sessizliği”ne selam gönderiyor.
Oyuncu yönetimi müthiş etkileyici. Tüm yan karakterler büyük başarıyla yorumlanırken, ilk cinayetin akıl hastanesindeki kurtulanı Carry Ann Camerayı canlandıran Kieran Shipka göründüğü tek uzun sekansta müthiş bir etki yaratarak tabir caizse rol çalıyor. Kötücül başkarakterini film boyunca pek fazla göstermeyen Perkins, böylece Lee’nin Longlegs’i sorguladığı olağanüstü sahneyi daha da çarpıcı bir düzeye çıkarıyor Yüz protezleriyla tanımaz hâle gelen Nicolas Cage, bu tarz rollerin miladı olarak nitelendirebileceğimiz huzur bozucu yorumuyla karakterine şeytani ve dünya dışı bir boyut katıyor. Hiçbir zaman karikatüre veya bildiğe kaçmayan performansıyla, müthiş özgün ve tüm gerçeküstülüğüne karşın insani boyutu da olan bir kişlik yaratıyor. Belirtmeden geçmeyelim, Nicolas Cage filmin baş oyuncularından birisi olmasının yanında yapımcılığını da üstlenmiş.
Cage kadar gösterişli olmasa da Maika Monroe, Lee olarak en az onun kadar iyi. Çapraşık incelikleri ve kimi istemsiz gibi duran yüz ifadeleriyle, metinde zaten kişilikli olarak tasarlanmış karakterine gözalıcı bir derinlik kazandırıyor.
Sonuç olarak suç, seri cinayet, korku, doğaüstü dehşet, psikolojik gerilim gibi bildik türleri iç içe geçirerek müthiş etkileyici bir senteze ulaşan, parlak yönetmenliği ve kusursuz oyunculuklarıyla usta işi bir film. Vizyonda kaçırmayın derim.
Yönetmen / Senaryo : Osgood Perkins
Görüntü Yönetmeni : Andres Arochi
Oyuncular : Maika Monroe, Nicolas Cage, Blair Underwood, Alicia Witt
ABD / Korku-Gerilim / 100 Dk.
Filme değil ama Erdoğan Mitrani’nin ustalık işi yorumuna bayılmamak mümkün mü? Hem bilgi dolu, hem yorum, hem de uyarı, çok etkileyici! Tşkler üstadım 👏🌹❤️