Dilsiz
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gâmsın sen
Gerçi virâne isen genc-i mutalsamsın sen (Tuba)
Şeyh Galip
Bir duyguyu söyleyemediğimiz kısa ve uzun anlar o kadar çoktur ki, sevdiğimize bu hissimizi diyemediğimiz, çeşitli sebeplerle izâh edemediğimiz nice durumlar karşısındaki o umarsız hallerimiz bazen nedensizdir de. O zaman sığınılan çeşitli yöntemler bulunur tüm bunların karşısına. Örneğin edebiyata yaslanılır, şiirlerde karşılığını bulur bu suskunluklarımız. Bu dilsizlik bazen başka yönü ile ağıda dönüşür, doğuda dengbej ezgileri olarak birden çıkar karşımıza. Ya da enstrüman çalarsınız yeteğimiz ölçüsünde. O da yetmez bazen, bu sefer geleneksel sanatlara yaslanırız, hatta daha ileri gidenler çileli beytlere sığınırlar, en azından divan edebiyatı geleneğine, o dolaylı anlatımın ağdalığına, sığınağına.
Sinemalarda gösterimde olan “Dilsiz” filmi her türlü dağınık ve meramını anlatamayan bir çok eksiltili örgüye sahip olsa da aslında en başında Sami’nin, o Kafkaesk dünyasının kimi yönlerini en baştan açık etmekte biz izleyicilere. Biz de aslında kapitalizmin doruğunda, kendisine ve topluma yabancılaşmış bir karakter tahayyül ederiz zihnimizde, ancak erken ve yanılgılı bir yargıdır maalesef bu.
Sami (Ozan Çelik) tek başına, küçük bir bekâr evinde yaşayan, daha önce duygusal ilişki yaşamamış orta yaşlarda bir kimsedir. Duvar ressamlığı ile geçimini sağlarken, filmin ilk sekanslarında ninesinin vefat haberini aldığını görürüz. Ondan geriye kalan ise, yazar Orhan Pamuk‘un babasından kalan bavulu gibi anlamlı o küçük sandığıdır. Sandığı evine götürdüğünde, içerisinde kimi parçaların değerli olduğunu anlar ve onları satmak için ikinci el satan dükkana gider. Zira, Sami’nin ekonomik durumu hiçte parlak sayılmaz. O boğuntulu dünyasının sarmal kısmında ev sahibinin kira parasını istemek için defalarca kapıya dayanması önemli bir yer tutar. Sonra Sami bir okul duvarını boyama işine başlar gel zaman git zaman.
Orada hayatının daha öncesinde bir hiçlikten ibaret olduğunu kendisine ayna tutarak gösterdiğini belirttiği Selma ile kesişir hikaye tam da burada. Okul sorumlularından Selma (Vildan Atasever) kimi gizemli yönleri içinde taşır. Simgesel, alegorik, hatta biraz bilgiç konuşmasıyla, kendisine adeta bir çağdaş derviş gözüyle bakılmasına neden olur. Sami, sandık içindeki bir hat sanatı malzemesini Selma’ya gösterdiğinde, Selma bu parçanın çok önemli olduğunu anlatır. Bu yönüyle geleneğe, hatta muhafazakar dünyaya seslenme amacını gördüğümüz film, bir anda bu tasavvufi haline bir de hat ustası Eşref Efendi (Mim Kemal Öke) ile Sami arasındaki ustalık-çıraklık ilişkisi ile yeni bir eklemleme parçasını sunar. Talebe kabul etmeyen Eşref Efendi ile tanışıklık ve sonraki karşılaşmalar, o sırlı yapıya çok da uymaz aslında.
Sami iyi bir hat sanatçısı olmak için Eşref Efendi’nin gizem oyunlarına maruz kalır. Eşref Efendi, sadece iyi bir hat sanatçısı değildir üstelik filmin sunumunda. Sami’nin geceleyin iyi bir hat sanatçısı olmak için gece gittiği mezarlıktaki durumunu bilecek ölçüde kalp gözü ile bir çok şeyi hissettiğini, üstün bir karakter formuyla sunar film. Sonrasında Sami ile Selma arasında yaşanan duygusal boyut ve Selma’nın kredi borcu bataklığı ile spoiller vermemek için bu yazıda belirtmemek gereğiyle diyebiliriz ki, Selma’nın geçmişine dair durum filmin son kısımlarına sıkıştırılmış gibi görünür. Film, hem Sami ile hat ustası, hem de yine Sami ve Selma arasında gelgitli ve oyunun kurallarına ters bir mantıkla ilerler ki, bir buçuk saat sonra ben şimdi ne izledim hissi bize geçer ister istemez.
Filmin yönetmenliği üstlenen Murat Pay, daha öncesinde de tasavvufi yönleri olan “Mâşuk’un Nefesi“, “Saklı Miras” gibi sinema takipçilerinin pek haberdar olmadıkları belgesel ve sinema filmlerinin yönetmenliğinde de bulunmuş bir isim. TRT yapımı olan “Dilsiz” filminin senaristliğini de yüklenen Murat Pay‘ın bu filminde, tek aksamayan yön sanırım oyunculuklar ve Şeyh Galip’ten sunulan gazeller. Esasında siyaset bilimi profesörü olarak bildiğimiz Mim Kemal Öke dahi çok sırıtmayan bir rolle karşımızda. Vildan Atasever ise diğer oyunculardan daha profesyonel olmanın verdiği avantajı her yönüyle hissetiriyor.
Filmde ikili diyalogda, bilhassa Sami’nin Selma’ya artık aşk-ı ilân ettiği kütüphanedeki sahnede, Selma’nın Sami’ye dönük, zanla yaşamamasını, o zannın kendisi olmadığına dair tiradı filmin aslında o dilsizlik, dile getirilemezlik halinin en güzel kısmı. Öncesinde yine aralarında yağmurlu havada ve Selma’nın hasta hali ile evine gidememesi durumundaki o güçlü ve güzel gün, aşkın o gerçeklikten kopmaya, kendi hülyasında, bir tahayülle aşkın somut olarak görünümünü sunması bakımından güzel karelerdi.
Gerçekliklere uygun olanı bu çünkü, aşk izah edilmediğinde, bir güzel yemekte yaşananlar, geceleyin Selma’nın üstünün örtülmesi, ilacının hazırlanması, ancak sonra somut gerçekliğin tahayyüle sığmadığı anlarda artık diliniz aksar! hale geldiğinde nefessiz hale gelirsiniz. Bunun izahı işte ebru, hat, seramik motifleme gibi en dolaylı sanatlara sığınmak olabilir yerli yerinde kullanmakla, bu anlaşılır. Yoksa bir papagan etrafındaki dilsizlik metaforu çok sahici gelmemekte izleyici olarak bizlere. Bu haliyle filmin keşke İran sinemasında da sıklıkla karşımıza çıkan o sufi geleneğin bir başka bobini geriye döndürerek sunulması benzeri, gerçekçi bir senaryo etrafında karşımıza çıksaydı diyesimiz geliyor. Çünkü, hat sanatı ile dilsizlik, hele hele bir de işin içine dilsiz bir papağanın, Sami’nin o derece suskunluk halleri varken konulması gereksiz ve sathi öğeler olarak karşımıza dikiliyor.
Üstelik bir de filmin dağınık görünümü bir tarafa, özellikle de metroda, adalar vapurunda, kütüphanede, boğaz manzaralı çay bahçesinde, Galata Köprüsü’nde handiyse hiç insanın olmaması, o koca İstanbul’u bilenler için ne kadar aldatıcı. Filme, steril bir özellik kazandırmak, belki de hat, santur, ney gibi modern-muhafazakar dünyanın içine seyirciyi dahil etmek adına böyle bir yöntem uygulanmış olabilir. Ancak bu başarısız olduğu gibi, İstiklâl Caddesinde çoğunlukla kötü örneğini gördüğümüz santur, ney gibi aygıtlar temelinde bir yaklaşım, bunların muhafazakar dünyanın parçası olarak lansesi artık gerçekliğe de çok uygun düşmüyor.
Halbuki, hat gibi içinde kimi “sır”ları barındırdığı düşünülen bir sanatın sinemada kimi temsilleri yok da değil. Sinemamızda özellikle Derviş Zaim; hat, ebru, minyatür gibi İslami motifli sanatları sıklıkla filmlerinin önemli parçası haline getirmişti. Taklit, resim, betimleme, heykel gibi estetik aygıtlarının uzağında yeni bir dil arayışının ürünü olan bu sanatlarda, özellikle verilen mesajın ancak kemâle ermekle vasıl olabileceği hissi sanata da yansır. Zaim, “Cenneti Beklerken”, “Nokta” hatta kısmen “Filler ve Çimenler” gibi fimleriyle, sanatların bu özelliklerini uygun bir form ve dille başarıyla sunabilmişti. Ancak Dilsiz filminin bu etkiyi verdiğini söylemek çok zor. Hele hele filmde Sami ile hocası Eşref Efendi’nin vapurda ya da çay bahçesinde bir anda, tesadüften öte karşılaşmaları ise kara bir mizah gibi gelmekte bize.
“Fariğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni”; “aşk bir şem-i ilâhidir benim pervânesi gibi” Şeyh Galip’in gazellerinin tenor solo, orkestra için kantant tarzında, soprano Özlem Abacı ile temsili, gönül isterdi ki, başarılı bir senaryo ile karşımıza çıksaydı. Biz de gerçekten Sufilik geleneğinin özellikle belirtmeye uğraş edindiği aşk’ın o en saf halini sinema salonunda hissedebilseydik birazda olsa, ama olmayınca olmuyor işte, takdir yine de siz izleyicide…
Yönetmen / Senaryo : Murat Pay
Müzik : Ali Saran
Görüntü Yönetmeni : Andreas Sinanos
Oyuncular : Ozan Çelik, Mim Kemal Öke, Vildan Atasever, Emin Gürsoy
Türkiye/Dram/95 Dk.
Filme steril özellik kazandıran tüm unsurlar, gizemli ve mistik olaylar, zan ve hüzün hakkında söylemler başa gelen olaylarda Selma ve Eşref Efendi karakterinin güçlü bir kontrol becerisi varmış gibi gösteriliyor. Bu da bir bakıma muhafazakar bakış açısının dünya ile baş etme ihtiyacını karşılayış biçimi.
Fakat gerçek; söylenmeyenler, zanlara hapsolmuş zorlu ilişkiler ve banka borçları. Böylece tüm söylemler yapay kaçıyor.
Sanat da bir baş etme stratejisi keza. Filmin sonlarına doğru karakterler yeni deneyimler ve tanışıklıklar dışında bir beceri kazanamamış oluyorlar. Hala hayat ile kendi oluşturdukları varsayımlar ve aletler ile var kalmaya devam ediyorlar.
Hayatın içinden bu kesit, yazdıklarınız ile de yeniden birkaç varsayıma ulaşmama neden oldu.
1- İnsan olarak bir algılama biçimimiz var. Her durum ve olayı anlamak için oluşturduğumuz tek bir anahtar. Bizler ise ısrarlı bir biçimde hep aynı anahtarı kullanıyoruz. Tabi bu anahtar zaman içinde daha kullanışlı olabiliyor bazı ellerde fakat ben tek bir anahtar olduğunu var kabul ediyorum. Bunu adı sanat, muhafazakar ya da seküler söylemler, yaşamın hüzünlü ya da güvenilmez sayıltıları olsun hep ama hep bu kısıtlılıkla mücadele ediyoruz yaşamla.
2- Dünyayı bu kısıtlılıkla algıladığımızdan da eminiz. Çünkü her öğretide bir parça “çözemediğimiz bir meselenin göremediğimiz bir payı olabilir”i kabul ederiz.
3- Göremediğimiz ve bilemediğimiz şey hakkında düşünüp konuşamadığımız için de en güzel anahtarın bizim olduğumuzdan emin oluruz.
Zanlardan kurtulmak mümkün müdür bilmiyorum fakat zannettiğimizi kabul etmek benim de dünya ile baş etme şeklim. Son bir yıldır ciddi bir şekilde izlediğim tek film hakkında düşünmeme yardımcı olan yazınız için teşekkür ederim.
Az önce TRT 1 de izledim biraz uykulu gözlerle.sanırım hiç bir şey anladım ,bir kez daha izlicem gündüz vakti…
izleyebildiniz mi hocam?