Dürüst Bir Hayat / Ett ärligt liv / An Honest Life

Dürüst Olmak Gerekirse Filmin Ne Söylemek İstediği Anlaşılmıyor!

İskandinav gerilim filmi olan “Dürüst Bir Hayat” sınıfsal bir gerçeklikten uzak, kendilerine anarşist olarak ifade eden  “Haydutlar”, kafamızdaki anarşist modelinden uzak zenginden çalıp kendi yoksul hayatlarına çirkin yatırım yapanların ağına takılan bir üniversite gencinin hikayesi. Bu hikayede siyaset,hukuk, felsefe, edebiyat ve tutku tartışmaya açılıyor !

OrtaKoltuk Puanı:

 

Söylersen yap, yaparsan söyle! Eylem ve Düşünce aynı olmalı! Filmin ana temasını oluşturan bu sözün bizdeki “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi olözdeyişini ne kadarını karşılar bilemiyorum ama Marksizmin  Teori ve Pratikbirlikteliğini karşılamadığı kesin. Ve söz devam ediyor Aksi sahte bir hayata sebep olurBunun adına da radikal dürüstlük deniliyor. Yani bir bakıma içgüdüsel davranma. Diğer türlüsünü burjuva terbiyesi olarak adlandırılıyor. İroni şu ki ne olduğunu ya da ne olacağını bilmeyen arayış içindeki bir gencin düşüncesiyle eyleminin birbirine uyuşmadığını varoluşçu bir cepheden irdelemeye çalışan hikayede tutarlılık aramak boşuna…

Film, bir hırsızlık sahnesiyle açılıyor. Pahalı saatlerin satıldığı bir mağazada organize bir senaryo ile saatler çalınıyor. Bu kadar pahalı saatin bizdeki çağrışımını okuyuculara bırakıp  olayın başlangıcına dönelim. Yoksul ve hırslı bir genç olan Simon (Simon Lööf) İsveç’te  köklü bir üniversite olan Lund’da hukuk okumak üzere yola çıkmıştır. Bu genç aslında yazar olmak istediği halde o yeteneği olmadığı için hukuk seçmiştir. Yani varoluşsal felsefedeki seçme özgürlüğünü yerine getirememiştir. Hukuk kurallarını öğrenmenin  dört buçuk yıl, uygulamanın ise  ömür boyu sürecek bir hayatın kapısını açarken trenden indiği anda kendisini İsveç caddelerinde bir kaosun, bir eylemin içinde bulur. Hangi amaçla yapıldığı belirtilmeyen eylemde polis ile bir grup çatışmaktadır. Simon tesadüfen oradan geçerken eylemcilerden biri olduğu düşünülerek polis kovalar tam o sırada soygun yapmak üzere olan sözde anarşist grupla yolları kesişir…

Refah seviyesi ve mutluluk endeksi yüksek olan İsveç’te, bir öğrencinin gelir gelmez kendini bir kaos ortamında bulması çok inandırıcı gelmese de yaratıcının belli ki ülke ile derdi var. Doğrusu dışarıdan toz pembe görünen ülkenin iç duvarlarının ne renk olduğunu bilemiyorum, İsveç’e gitmedim, gözlemlemedim Sonuçta kapitalist bir ülke, her şeyin dört dörtlük olma şansı yok, refah seviyesi yüksek olan kapitalistler kendi halklarının gönlünü hoş etmek için başka ülkeleri tarumar ettiği gerçeğini bir yana koysak bile İsveç on milyonluk bir ülke, İstanbul’un üçte ikisi, hukuk kuralları ve demokrasi tam anlamıyla işlediği sürece kapitalizm, sosyalizm, komünizm hangisi olursa olsun her türlü rahat yönetilen bir ülke olur. İskandinav ülkelerinin  hepsi de aynı durumda; rahat görünüyor…

Hikayemize geri dönecek olursak, simon rutubetli bir yurtta kalmaktansa koşullarını zorlayıp zengin bir  evin odasını kiralar. Sokak badirelerini atlatıp kiraladığı odaya döndüğünde iki zengin züppe ile karşılaşmak onun kompleksini tetikler, kitaplar, tablolar, ağzına kadar dolu buzdolabı ve kendisine armağan edilen bir aylık kira tutarı kalem onu iyice hırslandırır. Zengin oğlanlar ise bütün varsıllıklarına rağmen iki aylık depozitoyu peşin almaktan geri durmazlar. Fırsat buldukça da Simon’a tepeden bakıp ayak işlerini ona yaptırırlar. Kendi arkadaş çevreleri de farklı değildir.  Ülkenin yüzde birini oluşturan bu burjuva gençleri entelektüel bir yapıya sahip olmalarına rağmen bilgilerini önemli emperyalist kuruluşlara satma hayali kurarken bir yandan da kokain çekip eğlenceli hayatlarına devam ediyorlar. Sonuçta doğdukları aileyi kendileri seçmese de  bu rahat yaşantının keyfini alabildiğine çıkarıyorlar… 

KANUN HÜRRİYETİ DOĞURUR

Simon’un üniversitede ilk öğrendiği cümle :”Kanun hürriyeti doğurur. Bu hukukun üstünlüğünü kısıtlamaz, tam tersine bireyin özgürlüğünün ön koşuludurBunun doğruluğunu kim inkar edebilir ki, hele hele tersi bir durumun pratiğini yaşarken bu sözün kıymetini en iyi bilenlerdeniz. Ancak yazar ve yönetmen özgürlükler ve refah ülkesi İsveç’i eleştirmekten geri durmuyorlar. İsveç yönetim modelinin eğitimde fırsat eşitliğinin tamamen sahtekarlık olduğunu vurgulayıp; refah ülkelerin yoksul kesiminin çok çalışarak zenginlerle açığı kapatabileceğini, onların da refah düzeyine erişebileceğinin kapitalizmin manipülasyonu olduğunu söylüyorlar.

Nitekim Simon’un üniversiteden arkadaşı Fredee bir köylü çocuğudur ve başarmak için adeta yırtınmaktadır. Simon da keza ondan farklı değildir, köylü olmasa da muhtemelen kasabalı memur anne babanın çocuğu olarak kısıtlı imkanlarla üniversiteye gelmiş, yarı zamanlı çalışarak tahsilini tamamlamak istiyor. Öte yandan bu sistemin sıkıcılığından boğulduğu için macera ve hareket arıyor. İşte bu yüzden kendini anarşist grubun içinde buluyor.

İPLER VE HANÇERLER BİZİM

Gemiler onların,dalgalar bizim

kelimeler onların çamur bizim

Duvarlar ve balkonlar onların 

İpler ve hançerler bizim 

                     Muhammad Al Maghut

Suriyeli şair Muhammad al Maghut’un dizelerini kendilerine rehber edinen “Haydutlar” adlı anarşist grup yaptıkları soygunlardan sonra “İpler ve hançerler bizim” sloganını yazarak kendilerine bir kimlik kazandırmak istiyorlar. Grubun başında Charles (Peter Andersson)  adlı emekli Siyaset Bilimi profesörü vardır. Hala anarşizm politikası üzerine gönüllü dersler verip, dışlanmışları çevresinde toparlamayı  başaran bir kişidir. Oldukça entelektüel, evi kitaplarla doludur. Evde bu gençlerle Baudelaire’den şiirler okuyup, siyaset tartışması yapmaktadır. Fikirler güzeldir :

“Toplum dipsiz bir kuyunun üzerine kurulmuştur, hayatının nasıl yön alacağını ne yeteneklerin ne de erdemlerin belirliyor. Çok çalışmak da değil. Gözünü dünyaya açtığın zaman hayatının tüm olasılıkları bellidir. Buna ayrıcalık denir” Kapitalizmi bu denli eleştirirken kendilerini doğru bir yere oturtamıyorlar. Yaptıkları sadece zenginlerin mülkünü çalmak, ötesi yok, topluma geri dönüşü yok, bu sözüm ona anarşistlerin Robin Hood gibi  zenginden alıp yoksula vermek gibi bir dertleri yoktur. Soydukları paranın bir kısmını profesöre verip bir kısmını kendilerine ayırıp tıpkı eleştirdikleri  zengin uşakları gibi yiyip,içip, kokain çekip eğlenceye harcamaktadırlar. Ahlaki ve etik değerlerden yoksundurlar.  Her şeye karşı çıkıp hiçbir şeye yaramayan bir grup… Simon bu grubun içine Max adlı genç kadın (Nora Rios) aracılığı ile girer. Çünkü Max’a aşık olmuştur…

Simon her ne kadar yeteneksiz olsa da (Çünkü yazacak bir satırım bile yok diyor) yaşadıklarını hayal kırıklığını bir deftere yazmaya devam ediyor. Sonunda hangi kapıya çıkacak izleyiciye bırakalım ama filmin net olarak bir şey söylemediğini izleyiciye bırakmayayım. Belki de asıl anarşist yazarın kendisi. (İsveçli yazar Christian Unge‘nin romanından uyarlanmış) Yazar her şeye karşı, her şeyi reddediyor ama yerine bir şey koymuyor. Felsefeye, sanata, siyasete meraklıysanız seyredilmesi zevkli fakat  düşünceler havada kalıyor ve seyircide hayal kırıklığı yaratıyor… Yönetmenliğini Mikael Marciman’ın yaptığı filmin,  müziklerini çok beğendiğimi de söylemeliyim. 

Eleştirime rağmen seyredilmesini öneririm. 

Yönetmen : Mikael Mercimain

Senaryo : Linn Gottfridsson, Joakim Zander

Görüntü Yönetmeni : Joe Maples

Kurgu : Kristofer Nordin

Müzik : Walter Berge

Oyuncular : Simon Lööf, Nora Rios, Peter Andersson, Nathalie Merchant, Fabian Hedlund, Robin Jurca

İsveç / Gerilim-Gizem / 120 Dk.

CEVAPLA

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz