Hayat
Hayatın Kılcal Damarları
Demirkubuz, “Hayat” filmiyle yine insana dair türlü acıların ve çelişkilerin ortasında kendini var etme mücadelesinin anlatıldığı, genellikle de “İnsan, insanın kurdudur.” mottosunun kendini güçlü bir şekilde hissettirdiği memleket hikâyelerinin izini sürmeye devam ediyor.
Film, babası tarafından zorla evlendirilmeye çalışılan Hicran’ın bu dayatmayı kabul etmeyip evden kaçmasıyla ortaya çıkan olayları anlatıyor. Kısaca filmin konusu bu.
Demirkubuz, ‘’Hayat’’ filmiyle yine insana dair türlü acıların, çelişkilerin ve bu çelişkiler ortasında kendini var etme mücadelesinin anlatıldığı, genellikle de ‘’İnsan, insanın kurdudur.’’ mottosunun kendini güçlü bir şekilde hissettirdiği memleket hikâyelerinin izini sürmeye devam ediyor.
‘’Hayat’’ta, sinematografik açıdan tercih edilen kasvetli ve loş aydınlık, filmin karakterlerinin yaşadığı tekinsiz ve karanlık ruh hâlleriyle örtüşerek bizi melankolinin sularında gezdiriyor. Demirkubuz, önceki filmlerinde olduğu gibi ‘’Hayat’’filminde de birçok metafor kullanarak karakterlerin yaşadığı acıların, ruhsal çöküşün, savruluşun izdüşümlerini bu metaforlar aracılığıyla bize hissettiriyor. Bu metaforları yazımın geneline yayarak sizlere aktarmaya çalışacağım.
Filmin iki sekansında kadrajın özellikle odaklandığı boş, beyaz poşetin rüzgarda oradan oraya savruluşunda aslında Hicran’ın (Miray Daner) ve Rıza’nın (Burak Dadak) ruhunu görmekteyiz. Şöyle ki adını saydığım bu karakterler de hayatın sert rüzgarlarında bir durak bulamadan ya da buldukları durakların sığınak olamaması gerçeğini hissederek çaresizce savrulup gidiyor. Hicran’ın ve Rıza’nın sadece birbirinin yerini alarak gördükleri paralel rüya, aşk ve rüya bağlamında Ildiko Enyedi’nin “On Body and Soul” (Beden ve Ruh) filminde her gece aynı rüyayı gören ve bu rüya üzerinden derin bir aşk bağı kuran Endre ve Maria’yı hatırlattı bana. ’’Hayat’’ filminden farkı ise Endre ve Maria’nın daha önce hiç karşılaşmamış olmaları ve rüyada sadece karlı bir ormanda dolaşan geyiklerin olmasıydı.
Rıza ve Hicran’ın rüyasına dönersek eğer bu rüyada Hicran ve Rıza’nın birbirlerine su getirdiklerini görürüz. İkisi de kendi rüyalarında su getirmeye gittiklerinde sürahin yanındaki bardağı bulamayıp dakikalarca su bardağı aramışlardı ve en nihayetinde bardağın sürahinin yanında olduğunu fark ettikten sonra su bardağını doldurmaya başlıyorlardı fakat bardak dolup taşarak, mermerlerin üzerine akıp yayılmasına rağmen bardağı doldurmaya devam ediyorlardı. Bu anlatıda ikisinin de sürahinin yanındaki bardağı önce görememesinin ve sonra da bardağı taşmasına rağmen doldurmaya devam etmeleri büyük bir kayboluşun içine düştüklerinin yaralayıcı bir temsiline dönüşüyor. Dolup taşan bardak da acıların taştığı bir bedene veya bir ruha benzetilebilir. Bu rüya ayrıca ilahi bir dokunuş ile ikisini kavuşturacak bir kaderin kaçınılmazlığının işareti olarak da okunabilir.
‘’Hayat’’ın ruhumuza dokunması Hicran’ın babaevine dönmesiyle başlıyor. Özellikle de Hicran’ın gecenin karanlığında babasıyla karşılaştığı sekansta yaşananlar hayatın acımasızlığının en saf hâllerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu sekansın yerli sinemanın unutulmazları arasına gireceği söylenebilir. Hicran’ın eve dönüşünden sonraki ev atmosferinin ortada somut anlamda bir ölünün olmamasına rağmen dehşetengiz bir yas sürecine dönüşmesini küçük, tüplü televizyonun çoğunlukla kapalı olması üzerinden okuyabiliyoruz. Evin içinde yaşayanların sessiz çığlıklarını kapalı televizyona yansıyan görüntüleri üzerinden duyabiliyoruz. Özellikle de bayram sabahı Hicran’ın, babasının elini öpmeye çalıştığı anda yaşananları kapalı televizyonun ekranına yansımasını izlerken aslında ailenin hayatının ağır dram içeren bir film olduğuna yani hayatın içinde filmlere konu olabilecek nice gerçekçi huzursuzluklarla dolu öykülerin var oluşuna bir kez daha tanıklık etmiş oluyoruz.
Demirkubuz, ruhen yaralı insanların psikolojisinin yarattığı içsel çırpınışları bu anlamda güçlü bir şekilde kapalı televizyona yansıyanlar üzerinden hissettirmeyi, o insanlarla hemhal olmamızı başarıyor. Başta da belirttiğim gibi Demirkubuz, ‘’Hayat’’ın birçok yerinde metaforlar üzerinden kendi sinema dilini inşa etmeyi sürdürüyor. Filmde gördüğümüz zayıf, titrek ve kısmen parçalanmış örümcek ağı üzerinden kapana kısılmışlığı; bir ağın içinde çırpınmanın bir yandan beyhudeliğini bir yandan da ağın ince ve dağılmış olmasından mücadelenin yersiz olmadığını okuyabiliriz. Rüzgarın eşlik ettiği ağaç yapraklarının arasından görünen küçük güneş parçacıkları veya ağaçların arasından görünen dolunayın üzerinden küçük de olsa umut kırıntılarına dair beklentilere göndermeler olduğunu söyleyebiliriz.
Hicran’ın babası Mehmet’in (Umut Kurt) her gün tarlaya gidip aynı yeri kan ter içinde tekrar tekrar saatlerce bitap düşünceye kadar kazması da bir metaforu taşıyor içinde. Mehmet’in aslında her gün delice kazdığı şey toprak değil ruhudur ve bu kazma eyleminin sebebi de onu yaşadığı azaptan kurtuluşa erdirecek bir şeyleri bulmanın çabası olarak da okunabilir ki Mehmet’in bu yoğun kaçış, sığınış mücadelesi vicdan azabının ve pişmanlığın habercisi olarak Mehmet’in akıttığı gözyaşları olarak karşımıza çıkar. Hicran’ın da derin suskunluklarından, acılarından taşan gözyaşları bir katarsise varma çabası olarak da okunabilir. Bu gözyaşlarında sanki Dostoyevski’nin ‘’Karamazov Kardeşler’’inde geçen “Acı gözyaşların yüreğini temizleyecek, günahlardan arındıracak seni.’’ sözü akıp gider. ‘’Hayat’’taki başka bir metaforu, tünelin ucundaki aydınlığın yavaş yavaş kaybolmasında da görebiliyoruz. Aydınlığın yerini karanlığa terk ettiği bu sekansı yeni acıların habercisi olarak da okumak mümkün.
“Hayat “filmi gücünü Demirkubuz’un gündelik hayatın içindeki bireysel sorunlara ayna tutan realist yapısından alıyor. Görmüş geçirmiş dindar bir dede, dolardan ve borsanın yükselmesinden birkaç kuruş kazanmayı mutluluk kaynağı olarak gören alt sınıftan insanlar, babasından sürekli para araklamak için üniversite öğrencisi rolü yapanlar, köpeklere yaptığı zulmü eğlence malzemesi olarak anlatanlar, bir şekilde fuhuşa sürüklenmiş olanlar, erkek egemen bir toplumda psikolojik ve fiziksel şiddete uğrayan, bayramlarda kocasının elini öpüp alnına koyan kadınlar, küfürbaz insanlar, karşılıksız aşkının şifası olarak sadece sevdiği kadının fotoğrafıyla hayata tutunmaya çalışanlar, aşk yüzünden intihar edenler gibi gündelik hayatta rastlayabileceğimiz birçok karakteri filmde görürüz.
Yönetmenin bu sinema evreni veya ele aldığı bu temalar önceki filmlerinde de izleyiciye çokça sunulmuştu. ‘’Masumiyet’’ filmini hatırlayalım. Eski bir otel odasının duvarlarında Yılmaz Güney’in ve Müslüm Gürses’in posterleri asılıydı. Aynı anda hem Yılmaz Güney’e hem Müslüm Gürses’e hayran olmanın gerçekliği özgündür. Demirkubuz bu gündelik hayattaki sıra dışı özgünlüğü yakalayarak izleyiciyle güçlü bir bağ kurmayı başarır veya Masumiyet’te Uğur’a Ahmet Kaya’nın ‘’Ağladıkça’’ şarkısını okutur, Hayat’ta da ‘’Başım Belada’’nın sözlerini Orhan’a söyletir. Böylelikle de izleyiciyle bir duygudaşlık yaratır. Aslında Demirkubuz sinemasının sevilmesinin kodları da burada yatar.
Gerçek hayatta özgürlük için ödenen ağır bedeller Hicran karakteri üzerinden birçok yerde kendini hissettirir. Filmde belki de insanların en büyük Meksika çıkmazı olan gitmek ve kalmak meselesi üzerine Orhan’ın, Hicran’a restoranda yaptığı uzun tirat, herkesin güzelliğe dair hep bir şeyler bekleyip aslında beklenenlerin hiçbir zaman gerçekleşmediği bir serabın avuntusunu etkileyici bir şekilde aktarıyor.
HAYATFilmdeki oyuncuları karakter bağlamında ele aldığımızda, emekli bir öğretmeni canlandıran Cem Davran‘ın süresi on dakikayı bulan ve gayet doğal bir şekilde yaptığı uzun tiratların güçlü bir etkileyiciliğe sahip olduğu söylenebilir. Davran, Orhan karakterinin ruhsal çalkantılarını beden diline de hiç sırıtmadan yansıtmayı başarıyor.Orhan karakterinde içi boş bir entelektüelliğin izlerini de görebiliyoruz.Gitmek üzerine yaptığı birikimli konuşmadan sonra bir entelektüelle karşılaşmayı beklerken bambaşka bir karaktere evrilmesine şahitlik ediyoruz.Orhan karakteri kendisinin de dile getirdiği gibi : “Nereden baksan tutarsızlık, nereden baksan ahmakça.” sözleriyle de aslında kendi tutarsızlıklarına ayna tutmuş oluyor.
Rıza karakterini canlandıran Burak Dadak kötü bir performans sergilemiş diyemeyiz fakat Rıza’nın izleyiciyi kuşatacak veya sürükleyecek güçlü bir yanı yok. Rıza’nın Hicran’a duyduğu derin saplantılı aşkı tam yansıtmadığını ya da cılız bir şekilde yansıttığını görüyoruz.‘’Uzak İhtimal’’ (2009) filminde rahibe adayı bir kadına (Görkem Yeltan) aşık olan müezzini (Nadir Sarıbacak) hatırlayın. Müezzinin ona olan aşkının deruniliğiyle kendinden geçerek adeta hiçlik makamına ulaşması büyük hayranlık uyandırmıştı ya da Kader’deki Bekir’in imkânsız aşkı için ruhunun nasıl paramparça olduğunu ve bunu seyirciye ustaca aktarıldığını düşündüğümüzde, Rıza’nın aşkının perdeye ne denli yüzeysel aktarıldığını görmüş oluruz. Rıza karakteri sanki “çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzü”* gibi duruyor. Ana karakterlerden biri olan Rıza’nın bu zayıflığının oyunculuktan ziyade yönetmenin senaryo tercihinden veya daha yumuşak bir sinema diline geçme çabasından kaynaklandığı da söylenebilir.
Miray Daner, Hicran karakterinin iç dünyasını ve bunun beden diline yansımasını gayet doğal ve etkileyici bir şekilde canlandırıyor. Hicran’ın birer çığlığa dönüşen susuşları, arafları, hayatta yediği onca vurguna rağmen annesine uygulanan şiddeti durdurmak için babasıyla çatışma cesareti, gözyaşına dönüşen çaresizlikleri ve kaybolmuşlukları, yazgısını değiştirmek için ortaya koyduğu sürekli bilinç akışı Miray Daner‘in sayesinde beyaz perdeye başarılı bir şekilde yansıyor. Miray Daner‘in filmde neredeyse beş dakikayı bulan ağlama sahnesindeki performansı yerli sinemada nadir rastladığımız, hakkı çok güçlü bir şekilde verilmiş bir performans. Miray Daner‘in bu performansı oyunculuk anlamında önünün açık olacağının da habercisidir denebilir. Hicran’ın annesini canlandıran Melis Birkan da rolünün hakkını vermiş fakat onun yerine daha gerçekçi bir taşra kadınını yansıtabilecek bir oyuncu tercih edilebilirdi. Rıza’nın dedesini oynayan Osman Alkaş da temsil ettiği karakteri çok iyi yansıtmış.
Saydığım ana karakterlerin hepsi ‘’Hayat‘’ın hikâyesine ayrı bir anlam ve değer katıyor fakat oyunculuk anlamında en öne çıkan kişinin Hicran’ın babası Mehmet’i canlandıran Umut Kurt olduğunu düşünüyorum. Hicran’ı zorla evlendirmeye çalıştığı, bu kararından dolayı Hicran’ın uzun bir azap yolculuğuna çıkmasına sebep olduğu ve eşine şiddet uyguladığı vb. için izleyicinin gözünde taşlanması gereken bir şeytan veya günah keçisi olarak görülebilir. Bu bakış açısının içinde haklılık payı da vardır fakat Mehmet karakteri; insanın saf kötülükten ibaret olmadığının, insanın derin ve ölümcül içsel çatışmalarının, suç ve cezanın, vicdan azabının, uçurum kenarı arafların görkemli bir temsilidir de diyebiliriz. İnsanın ruhundaki yer altının en keskin ve karanlık dehlizlerinde kendisiyle yaşadığı içsel muhasebeleri iliklerine kadar yaşayarak canlandıran Umut Kurt‘un muazzam oyunculuğuyla Mehmet karakteri beyaz perdede kendini bize güçlü bir şekilde hissettiriyor.
Hicran’ın babaevine döndüğünden sonra Mehmet’in yaşadıklarını, Hicran’a yaşattıklarını namus cinayetleri bağlamında düşündüğümüzde hem taşradaki toplumsal baskının beklentileri hem bireysel yerleşik yargıların kıskacı içinde bir çıkış yolu bulamamanın sonuçları olarak da görebiliriz. Mehmet isteseydi Hicran’ı namus meselesi yüzünden öldürebilirdi. Bu davranışı, yaşadığı toplumda – Hiç normal olmadığı hâlde- gayet normal kabul edilip hatta takdir de edilebilirdi. Umut Kurt, filmin başında kızını öldürmeye veya cesedini köpeklere atmaya yeminli bir babanın, bu fikrinden vazgeçerken yaşadığı dönüşümün sancılarını gayet etkileyici bir şekilde canlandırmayı başarıyor. Mehmet karakterinin bu denli güçlü olmasındaki başarı da Umut Kurt’un oyunculuk, Demirkubuz‘un yönetmenlik dehasının bir araya gelmesinde yatıyor denebilir.
‘’Hayat’’; insanların birbirinde açtığı derin yaraları, yaşadıkları psikolojik sorunları müziği çok kullanmadan, minimalist bir anlayışla ve ajitasyona kaçmayarak usta bir sinematografiyle anlatan bir film. Demirkubuz auteur bir yönetmen olarak sinema dilini üstüne yeni şeyler katarak inşa etmeye devam ediyor. Demirkubuz’un sadece iyi bir yönetmen değil aynı zamanda iyi bir senarist olduğunun kanıtı ise bireysel acılarıyla, ruhsal buhranlarıyla, sefillikleriyle, ucuz menfaatleriyle, mağduriyetleriyle, zalimlikleriyle, paradokslarıyla insan denen çelişkiler yumağını, yaşadığı coğrafyayı keskin bir gözlem gücüyle mercek altına alıp, kimseye yaranma derdi olmadan, bu hikâyeleri boşluksuz bir şekilde birbirleriyle ilintileyerek kaleme aktarmasıdır.
Demirkubuz’un sinemasını ‘’Hayat’’ filmini de ekleyip irdelediğimizde yönetmenin toplumdaki adaletsizliklere dair derin kaygılarını ve dertlerini bireysel hikâyeler üzerinden samimi bir şekilde anlattığını görürüz. Çocuğuna ilaç almak için evden çıkan fakat virane bir hâlde sevdiği kadının peşinde, kendini şehirlerarası bir otobüste gözünün önünden karlı dağlar geçerken bulanların, kocasının ölümüne dayamayıp kendini asanların, insana her an cinnet geçirtebilecek bu coğrafyada delirmiş vaziyette bir çay bahçesinde kendini tokatlayanların, kalabalıkların içinde yalnızlaşanların, özgürlüğünün peşinde koşarken nice bedel ödeyenlerin, uğrunda cinayet işlenenlerin, hayatın acımasız darbelerine karşı sığınaklar ararken kuru yaprak misali oradan oraya savrulanların, yazgı sandıkları hayatları canhıraş şekilde değiştirmeye çalışanların, entelektüel görünen riyakâr kof insanların, sonrası belirsiz hayatlarında küçük umut kırıntılarıyla beslenenlerin, ‘’Suç ve Ceza’’da Dostoyevski‘nin dediği “İnsan boğulmamak için nasıl bir saman çöpüne bile sarılabiliyor” sözünü yaşayanların, Godot‘u absürstçe bekleyenlerin hikâyeleri…
Demirkubuz sinemasının temel izlekleri olarak bundan sonraki filmlerinde de karşımıza çıkmaya ve bu iz sürmenin sinema seyircisinin merakını celbetmeye devam edeceğini söylersek yanılmış olmayız.
*Yılmaz Erdoğan’ın ‘’Yaşayabilme İhtimali’’ adlı şiirinde geçen bir mısra.
Yönetmen / Senaryo : Zeki Demirkubuz
Görüntü Yönetmeni : Cevahir Şahin, Kürşat Üresin
Oyuncular : Miray Daner, Burak Dakak, Cem Davran, Umut Kurt, Melis Birkan, Osman Alkaş, Ozan Dağara, Doğu Demirkol, Kayhan Açıkgöz, Muttalip Müjdeci, Seyit Nizam Yılmaz, Berfun Başel Hande Özen, Özlem Türkad, Caner Cindoruk
Türkiye / Dram / 193 Dk.