GERÇEKLİĞE HİZMET EDEN GERÇEKÜSTÜLÜK!
Shari Springer Berman / Robert Pulcini ikilisinin bu ilk uzun metrajı, ‘Her şey yok olur’, korku / gerilim türündeki filmlerden çok aşina olduğumuz bir konu ve ‘giriş’ bölümü taşıyor. Zamanın korku filmlerinin başarı getiren temel öğelerini düşündüğümüzde bu ortam ve hikayenin çıkış noktası, beklendik olduğu kadar biraz hayal kırıklığı da yaratıyor. Çünkü ilk bakışta filmde hiç yeni veya özgün bir yan yok gibi duruyor: hayatlarında yeni bir ‘sayfa’ açmak için şehir merkezinden taşradaki bir eve taşınan, bir genç çift ve çocukları… Bu evin önceki sahiplerinin yaşamış olduğu ve saklanan bir trajedi… Ve bu trajedinin doğurduğu ‘lanetin’ bu aileye musallat olması!
Özellikle ilk çeyreğinde bu ‘ultra klasik’ şablonlar içerisinde başlayan film sonrasında şaşırtan ve hoş bir sürpriz sunan bir biçime bürünüyor ve asıl hedefinin klasik bir ‘hayalet’ filmi değil daha çok sıra dışı bir ‘aile’ dramı yapmak olduğunu kanıtlıyor. Kuşkusuz film genel anlamda korkutuyor ve geriyor ama asıl odak noktamızı bu ‘sıkışan’, ‘içten içe kaynayan’ ve giderek dağılmaya başlayan aile oluşturuyor.
80’li yıllarda, Catherine Clara, bir lisenin ‘Sanat Tarihi’ bölümünde iş bulan kocası Georges’la beraber New York’daki evlerinden ayrılıp Georgia eyaletinin kuzeyinde bir kasabadaki kır evine taşınır. Bu taşradaki ‘izole’ evde, Catherine elinden geldiğince ‘sağlıklı’ bir aile ortamı sağlamaya çalışsa da giderek artan yalnızlığı ve gözlemlediği ‘garip’ olaylar ona, sadece oturdukları evin değil evliliğinin de bir esrar taşıdığını gösterecektir…
TOKSİK HALE GELMİŞ EVLİLİK…
‘Her şey yok olur’un kendisini ‘korku filmlerinin ‘klişe’ lerinden kurtarıp farklı bir yöne evrilmesinin nedenlerinden biri de, filmde inceden hissedilen ‘feminist’ taraf oluyor. Filmin kahramanı Catherine’in içinde bulunduğu evlilik, iş ve sorumluk sahibi bir anne ve baba, iyi yetiştirdikleri küçük kızları, ‘yeni’ çevreleriyle kurdukları sevecen ilişkiler gibi birçok pozitif olgu barındırsa da aslında giderek ‘toksik’ bir hale dönüşen de bir durum… Kendisinin işini (restoratör ve ressam) askıya alıp, kocasının peşinden taşrada bir bölgeye taşınması mutlu bir evlilikte yapılabilecek bir ‘fedakarlık’ gibi görülebilir ancak en baştan kocasıyla çatışan mizacı, yeme zorluğu çekmesiyle artan kusma krizleri ve zaten sınırlı olan sosyal ilişkilerinin sıfırlanması, evlilik ilişkisinde bazı şeylerin ters gittiğini hissettiriyor.
Bu arada şunu da belirtmekte fayda var: hikaye 80’li yıllarda geçiyor ama çok rahat bir şekilde günümüzde de geçse durum pek fark etmezdi!
ASIL TEHDİT: GEORGE!
‘Hayalet’ veya ‘Lanetli ruh’ konulu korku filmlerinde doğal olarak asıl tehdit unsuru bu doğaüstü olay olur. Bu filmde ise bu tehdit asla konunun merkezini oluşturmuyor hatta nerdeyse konunun sadece ‘arka planını’ temsil ediyor. Filmin başındaki bazı tekinsiz sesler, kokular ve ‘kıpırtılarla’ hissettirilen bu tehlike karanlıktan çıkan korkunç ‘figürlerle’ veya hayaletlerle resmedilmiyor. Nadiren karşımıza gelen ‘tekinsiz’ bir kadın figürü var ama yönetmenlerin öncelikli amacının korkudan ‘zıplatmak’ değil asıl tehlike unsurunu ortaya çıkarmadan ‘uncanny’ bir atmosfer kurmak olduğu anlaşılıyor.
Hayaletlerin ve ruhların en ‘görünür’ olduğu sekans filmdeki ruh çağırma sahnesi oluyor, ama bu kısım biraz basit hatta zaman zaman ‘grotesk’ kokuyor. Üstelik bu seansa katılan insanlar bile sanki bu işe, bilinmez bir güce karşı amansız bir savaş için değil onlarla iletişime geçmek için girişiyorlar.
Dolayısıyla şu soruyu soruyoruz: filmdeki asıl tehlike unsuru ne veya kim? Catherine’in kocası David sevecen bir koca ve baba, donanımlı ve kariyerli bir akademisyen görüntüsünün altında aslında narsisik, bencil, hedonist ve eksantrik bir kişilik… Ders verdiği kız öğrencilerin kendisine hayran hayran bakmasından ve etrafındaki insanların kendisini takdir etmesinden oldukça memnun olan bu karakter zamanla hikayenin merkezi haline dönüşüyor. Ancak senaryo Geoerge’u ‘saf kötü’ olarak ortaya çıkarmak gibi bir kolaycılığa da kaçmıyor. Onu daha çok sahtekar, yalancı ve ‘içten pazarlıklı’ biri gibi çiziyor. Yanında kızı varken bile genç bir kız öğrenciyle flört etmesi, bir süre sonra bu kızla karısını aldatması veya mesleğinde yükselmek için her türlü yalana sığınması bir anlamda Catherine’in onu tanımlayan sözleriyle tam olarak örtüşüyor: ‘ George her zaman isteği şeyi elde eder!’
SELEFLERE GÖNDERMELER!
Bütün bunların yanında ‘Her şey yok olur’ bir korku filmi olduğunu unutturmuyor ve bazı klasiklere veya daha güncel filmlere göndermeler içeriyor. Filmdeki birçok sekans ve senaryonun gidişatı ‘The Haunting’ (1963), ‘Amityville Horror’ (1979) veya ‘The Conjuring’ (2013) gibi yapımları hatırlatıyor. Bunlar arasında en dikkat çeken kuşkusuz Catherine’in iki yaşlı kadınla (biri görme engelli!) konuştuğu, Nicolas Roeg’in unutulmaz filmi ‘Don’t Look Now’ a (1973) selam çakan sekans oluyor.
Filmin görüntü yönetmeni Larry Smith (‘Eyes Wide Shut’…) kamera kullanımı ve görüntüleriyle fark yaratıyor. Filmdeki ve hikayedeki ‘karanlıktaki’ noktalar ‘pesimist’ havasından taviz vermeden ortaya çıkıyor. Ancak bunlar çoğu zaman hep bir ‘tablo’ daha doğrusu ‘kıyameti gösteren tablo’ estetiğinde önümüze geliyor. Sanki karakterler tavırlarını ve eylemlerini abarttıkça film ‘gerçeküstü’ bir dünyaya yaklaşıyor. Zaten belki Caravaggio’yu andıran bir resme gönderen finali de bunun en net kanıtı…
Sonuç olarak diyebiliriz ki Berman/Pulcini ikilisi ellerindeki sınırlı imkanlara ve kolayca sapabilecekleri ‘klasik’ yollara rağmen, çok daha farklı, kişilikli bir anlatım yaratıp beklendik bir ‘korku filmi’ yerine daha çok ‘bir aile gerilimi üzerine yoğunlaşan bir dram’ yaratmak istemişler. Bizce bu cesur ve özgün tavır bile filmi izlememiz için yeterli bir neden…
Yönetmen / Senaryo : Shari Springer Berman, Robert Pulcini
Görüntü Yönetmeni : Larry Smith
Kurgu : Louise Ford, Andrew Mondshein
Müzik : Peter Raeburn
Oyuncular : Amanda Seyfried, Karen Allen, James Norton, Natalia Dyer, Rhea Seehorn, Alex Neustaedter, F. Murray Abraham, Ana Sophia Heger, Charlotte Maier, Kristin Griffith, Ben Graney
ABD / Korku-Gerilim-Gizem-Dram / 119 Dk.